“Ne dediniz siz?”
“Pardon?”
Düşüncelere dalmış olan Yoo Siwoon, Müdür Nam’ın sesiyle kendine geldi ve gözlerini ona çevirdi. Görüşünü dolduran Eunseong’un görüntüsü kayboldu ve onun yerine Müdür Nam garip bir şekilde duruyordu.
“İcra Müdürü ne dedi? Size halletmenizi mi söyledi? Yoksa…”
“İhtiyar Heyeti’nin bilmesi gerekip gerekmediğini sordu. Yoo Oseon’un nefesini kesmek istiyor. Başkan Yoo’nun yarattığı sahtekarlığın gerçek olduğuna kesinlikle inanıyordu.”
“Yani nitelikli bir ailenin tohumlarını tamamen ortadan kaldırmak istiyor.”
“….”
Aslında Yoo Siwoon da aynı şekilde düşünüyordu. Yoo Seongil tereddüt etseydi veya İhtiyar Heyetine rapor vermeye niyetlenseydi, Yoo Siwoon onu bir şekilde halletmesi için kurnazca teşvik ederdi. Yoo Siwoon herkesten çok Yoo Oseon’u ortadan kaldırmak istiyordu.
“Onunla başa çıkmalıyız. Eunseong’a bir şey yapabilecekken yaşamasına izin veremeyiz.”
“Öncelikle, Eunseong’u ülke dışına çıkarmak için acele etmemiz gerekmez mi? Yeni kimliği için gerekli evraklar tamamlandı.”
Eunseong’a “Shin Wooyoung” olarak yeni bir kimlik verilmişti, aynı yaşta tamamen farklı bir kişi. Eunseong artık Seo Eunseong değil, başka bir sahte kişi olan Shin Wooyoung’du. Kimsenin sorgulamayacağı temiz bir kimlikti bu. Eunseong istediği her yere gidebilirdi.
“Yarından itibaren Başkan Yoo Oseon’un programını öğren.”
Müdür Nam Eunseong’un durumunu sormuştu ama Yoo Siwoon sanki duymamış gibi konuştu.
“Yarın halledecek misiniz?”
“O, Eunseong’u bilen biri. Bir gün daha yaşamasına izin veremeyiz.”
“O zaman yarınki tüm randevularınızı iptal edip hazırlanacağım.”
Yoo Siwoon’un talimatlarını alan Müdür Nam hemen ofisten ayrıldı.
Yoo Oseon’un icabına bakıldıktan sonra, bu dünyada Eunseong’un kimliğini bilen kimse kalmayacaktı. Bu gerçekleşirse, Eunseong’u acilen yurtdışına göndermeye gerek kalmayacaktı. Bir gün gitmesine izin vermek zorunda kalacağı açıktı ama şimdi değil. Yoo Siwoon bu süreyi bir gün bile olsa bir şekilde uzatmak istiyordu.
Arabada çıkarmayı unuttuğu kalın altın yüzük parmaklarının arasında parlıyordu. Yüzüğü çıkarıp dikkatsizce masanın üzerine attı ve Eunseong’un klonlanmış telefonunu çıkardı. Eunseong’un mahremiyetini ihlal ettiğini ve tüm çiğ duygularını okumanın Eunseong’a saygısızlık olduğunu düşündüğü için sık sık kontrol etmiyordu.
Yoo Siwoon telefonu açtı ve Eunseong’un faaliyetlerini taradı. Kiminle konuştuğunu kontrol etmek için arama geçmişine girdi. Genelde Müdür Nam’la görüşüyordu ve arada sırada Choi Jung-eon adında bir arkadaşı çıkıyordu ama son zamanlarda bu görüşmeler bile seyrekleşmişti.
Seo Jeong-gi’nin numarasına yönelik birkaç arama girişiminin kaydı vardı. Belki de daha önce deneyip başarısız olduğu için, Yoo Siwoon ile ilgili neredeyse hiç arama geçmişi yoktu.
Garip bir hayal kırıklığı hisseden Yoo Siwoon, Eunseong’un arama kayıtlarını kontrol ettiğini, kiminle kaç dakika ve saniye konuştuğunu not ettiğini fark etti ve sessizce ekranı kapattı.
∞ ∞ ∞
Başına sert bir cisimle vurulduktan sonra bilincini kaybeden Yoo Oseon, baş ağrısı nedeniyle bilincini yeniden kazandı.
“Ugh…”
Gözleri açık olmasına rağmen etrafındaki her şey karanlıktı. Hiçbir şey göremiyordu. İçgüdüsel olarak elini uzatıp havayı yokladı ama bir şeye çarpmadan önce fazla uzaklaşamadı. Bir yere kapatılmıştı.
Başının arkasındaki ağrı sıradan değildi. İnleyen Yoo Oseon yavaş yavaş kendine geldi ve elleriyle etrafını yokladı. Çılgınca hareket eden elleri durumunu ortaya çıkardı. Kenarları tamamen kapalı uzun bir kutu, hayır, bir tabut gibiydi. Kısa süre sonra nasıl bir yerde yattığını anlayan Yoo Oseon bir kasılma nöbeti geçirdi.
“Aaargh! Lanet olsun! Bu da ne böyle! Kapıyı açın! Açın şunu! Sizi lanet olası piçler!”
Bang, bang, bang, bang- bağırırken bir yandan da yumrukları ve tekmeleriyle her yöne vuruyordu.
“Aaaah! Hassiktir! Açın şu kapıyı! Kapıyı açın dedim! Aç dedim! Seni orospu çocuğu! Aaaaargh!”
Ne kadar zamandır çığlık atıyordu? Boğazı düğümlenip nefes darlığından başı dönmeye başladığında, bir tıkırtı ve ardından gözbebeklerine vuran parlak bir ışık duyuldu.
“Huk, huk, heok, huk, huk!”
Panik içinde vücudunu iki büklüm eden Yoo Oseon bir sarsıntıyla doğruldu. Dar bir alana hapsolmaktan kaynaklanan klostrofobi gibi kalbini sıkıştıran acı yok olana kadar şiddetli ve sert bir şekilde nefes aldı. Gözleri parlak manzaraya alıştığında, beyazımsı çevre açıkça görülebilir hale geldi. Yoo Oseon tekrar çığlık attı.
Bir morg masasının üzerinde oturuyordu ve hemen yanında, çekmeceden çıkarılmış gibi duran çelik bir yatağın üzerinde Seo Jeong-gi, hayır, Yoo Jeong-gi, plastiğe sarılmış bir şekilde yatıyordu.
“Aaaaargh!”
Yoo Oseon çığlık atarak sağa sola savruldu ve yere düştü. Bir gümbürtüyle yere yığıldı ve sanki ölü Yoo Jeong-gi aniden üzerine atılmak için ayağa kalkmış gibi kollarını havada savurdu, ardından aceleyle dört ayak üzerine geri çekildi. Geriye doğru sürünerek kalçalarını duvara dayadı ve geri çekilecek hiçbir yeri kalmamıştı. Kirli zeminden tozlar yükseliyordu.
“Ne, bu da ne böyle! Ne! Ugh, uh, siktir, bu nasıl oldu?”
Ancak cesetten uzaklaştıktan sonra kendine gelebildi. Çılgınca etrafına bakındı.
Burası bir hastane morguydu. Nesiller boyunca birikmiş gibi görünen kalın toz tabakasına, çöplere ve eski, soyulmuş boyaya bakılırsa, yakın zamanda ziyaret ettiği tıp merkeziydi. Burası tam olarak Yoo Oseon’un gizli operasyonlarını gerçekleştirdiği yerdi.
Yoo Oseon bugün öğle yemeği randevusu için sekreteriyle birlikte şirket binasından ayrılıyordu. Bir anda, iki siyah araba arabasının önünü ve arkasını kesti ve güçlü adamlar arabadan atladı. Kör bir silahla sürücüye vurdular. Yoo Oseon bunu gördükten sonra kaçmak için döndüğünde, birisi kafasının arkasına sert bir gümbürtüyle vurdu. Bu onun hafızasının sonuydu.
Saçları ıslanmıştı ve saçlarına dokunduğunda eline yapışkan kan bulaştı.
“Çok acıyor. Haa… Yoo Siwoon, seni lanet olası piç. Beni amcamdan uzaklaştırmakla yetinmeyip bunu da mı yaptın? Lanet olası pislik. Seni gerçekten öldüreceğim.”
Yoo Oseon öfkeyle bağırdıktan sonra titreyen elini kalçasına sildi ve titreyen bacaklarının üzerinde ayağa kalktı. Ayağa kalkar kalkmaz gözleri kırık pencerenin ötesinde kayıtsızca duran Yoo Siwoon’un gözleriyle buluştu.
“Aak!”
Dehşete kapılan Yoo Oseon kısa bir çığlık attı ve tekrar yere oturdu.
Yoo Siwoon başını içeri doğru eğdi ve sessizce onun durumuna baktı. Yoo Oseon, Yoo Siwoon’un varlığını tekrar doğrulayarak küfretti.
“Lanet olsun!”
Sendeleyerek aceleyle ayağa kalktı. Başına aldığı darbe yüzünden vücudu itaat etmiyordu. Bacakları sallanmaya devam ediyor, dik duramıyordu.
“Seni çılgın orospu çocuğu. Bu kadar kolay düşeceğimi mi sandın?”
“Bu işte önce tereddüt edenin öleceğini bilmiyor muydun?”
Yoo Oseon’un gözleri çılgınca yeri tarıyor, sallayacak bir şey arıyordu. Sonra morg masasının üzerinde yatan Yoo Jeong-gi’yi fark etti ve irkildi. Bunu gören Yoo Siwoon acıyan bir ses tonuyla konuştu.
“Muhtemelen ailemizde cesetlerden korkan tek kişi sensin. Onu neden öldürdün?”
“Bilmediğin için mi soruyorsun? Ben olmasaydım bile, eninde sonunda Amca tarafından öldürülecekti. Tek bir kanıt bile olsa, işaretçilerin İhtiyarlar Heyeti’ne rapor vermesi gerekiyor! Büyük Uçurum’u saklamanın bedelinin ne olduğunu en iyi sen biliyor olmalısın. Sırf ben olduğum için bu kadar temiz öldü. Eğer Seongil olsaydı, onu köpeklere yem olarak atardı!”
Yoo Oseon hızla cesetten uzaklaştı. Aynı zamanda Yoo Siwoon’a karşı da temkinli davranarak telaşla hareket etti.
“Onu öldürmeye gerek yoktu. Kardeş Jeong-gi’den daha az aileye dahil olmak isteyen biri var mı?”
“Haa, lanet olsun. Yoo Jeong-gi’den duydum ama doğru olmalı. Seni böyle davranırken görmek. Bu hikâyeyi ben de gençken duymuştum. Yoo Jeong-gi, babası bile olmayan bir çocukla kaçmış.”
Yoo Oseon yerde silah olarak kullanabileceği bir şey aradı ve uygun bir şey olmamasına rağmen bir kaçış yolu aradı.
İki elini pantolonunun ceplerine sokmuş halde ayakta duran Yoo Siwoon kaşlarını çattı.
“Onu bu yüzden mi öldürdün?”
“Olaya karışan her kimse cesedi almaya geleceğini düşünmüştüm ama bunun sen olacağını hiç tahmin etmemiştim. Amcam ya da Yoo Seongil senin çifte ajan olduğunu bilselerdi, o çılgın mizaçlarıyla sessiz kalmazlardı. Korkmuyor musun?”
“Numaram Jeong-gi Abi’nin telefonunda kayıtlıydı ama sanırım sen bunu bilmiyordun.”
“Kahretsin, telefon mu vardı? Bulamadım.”
Yoo Oseon sanki bilseydi ilk önce Yoo Siwoon’u öldürecekmiş gibi küfürler savurdu. Yoo Siwoon’a gerçekten pişman bir ifadeyle baktı ama gerçekte omzunun ötesinde bir kaçış yolu arıyordu.
“Normal bir insan nasıl olur da… herkes delirmiş.”
Yoo Siwoon gerçekten tiksinmiş bir halde yorgun bir iç çekti.
“Sen kimden bahsediyorsun? Kendinden mi? Manpo çok önemli bir şey elde etmiş gibi göründüğünü söyledi. Biliyorsun, değil mi? O yaşlı adam tüm paraları aynı görüyor. Senin paran, benim param.”
“….”
“Yoo Jeong-gi’nin büyüttüğü çocuk… gerçekten o mu? Bu yüzden mi sakladın?”
Yoo Oseon şüpheci bir bakışla sordu.
“Sence bu mantıklı mı?”
Büyük Uçurum mu? Yan Yoldan Gelen Tanrı mı? Mavi sarı bir atın üzerindeki Asura mı?
Bu kanıtlara sahip birinin gerçekten var olduğunu ve Yoo Jeong-gi’nin o çocukla kaçtığını mı?
Yoo Siwoon alaycı bir şekilde homurdanarak bunun o kadar saçma olduğunu ve artık gülmenin bile yorucu olduğunu söyledi.
.
.
.
Normalde yetiştirici denen bu özel kişiler niye birbirini öldürmüyor diye ben de düşünmüştüm meğer sayıları az olduğu için öldürülmeleri yasakmış.
Menpo ustaya ben de güvenmiyorum, adam kafayı parayla bozmuşa benziyor.
Her ne kadar olayların seyri sakin gitse de yazarımız Leefail gerilim romanları yazmakta ün salmış ve kitap henüz o doruk noktasına varmadı, hazırlıklı olun 🫰
93 bölüm oldu hala bir aksiyon yok. Bir yandan aksiyon olsun öğrensinler istiyorum bir yandan da Eunseong’a yapabileceklerini düşünüp üzülüyorum korkuyorum.Ay çok zor her şey 🙄