Tanıtım
.
.
.
Yoğun kar yağışının olduğu bir Noel arifesi.
Yoğun caddeler parlak ışıklarla doluydu ve her yerden Noel şarkıları yükseliyordu. Bazen tamamen süslenmiş, bazen de ampullerle parıldayan ağaçlar insanların dikkatini çekiyordu. Caddeler, Noel’i önceden kutlamak isteyenlerle doluydu.
“Ah, çok yalnızım! Lanet olsun!”
Aniden, bir bağırış sokakta yürüyen sayısız insanın dikkatini çekti. Bazıları ona gülerek alay etti.
Yi-Gyeol arkadaşına baktı ve garip bir şekilde gülümsedi. Sonra bir süre önce bağırmış olan arkadaşının yan tarafına parmaklarıyla dürttü.
“Ah!”
“Kapa çeneni. Utanmıyor musun?”
Okul üniforması üzerine bir palto giymiş erkek öğrenci, Yi-Gyeol’un bıçakladığı yan tarafını ovuştururken dudaklarını bükerek somurtuyordu.
“Yeol, hepsi çift. Onlara bakmak bile kalbimi kırıyor.”
“Kıskanıyorsan, kendin bir sevgili bul.”
“Senin için kolay, çünkü bunu yapmayı önerdiğin kişi kendin değilsin.”
Öğrenci iki elini cebine soktu ve Yi-Gyeol’un elindeki pasta kutusuna baktı. Bu, biraz önce ünlü bir pastaneden aldığı Noel pastasıydı. Kırmızı çileklerle süslenmiş, sevimli ve güzel bir pastaydı.
“Hey, kız arkadaşın var mı?”
Yi-Gyeol, erkek öğrencinin şüpheli bakışlarının pasta kutusuna yöneldiğini fark edince sırıttı.
“Kız arkadaş bulacak ne zamanım var? Üniversiteye hazırlanmakla meşgulüm.”
Notları zaten iyiydi, ama bu CSAT* sınavında özellikle iyi bir puan almıştı. Bu sayede, hedeflediği prestijli üniversiteye girebilmişti, bu yüzden üniversiteye hazırlanmaya erken başlamıştı. (Üniversite Sınavı)
“Gerçekten mi? O zaman bu ne?”
“Kız kardeşimin.”
Yi-Gyeol’un cevabını duyan öğrenci bir adım geri çekildi ve titremeye başladı.
“Uhhh, siscon* olmadığını inkar etmek için çok uğraştın…” (Kız kardeşine aşırı düşkünlük)
“Ne, seni serseri?”
Şakayla yumruğunu kaldırdı ve erkek öğrenci hemen özür dileyerek tekrar yanına yapıştı.
“Ama Noel arifesinde kız kardeşine pasta almak biraz fazla değil mi?”
“Nesi var ki? Noel, ailene ayırman gereken bir gün, bilmiyor musun?”
“Sevgilisi olmayan çocuklar Noel’de böyle der.”
“O zaman bunu benden daha çok sen söylemelisin.”
“Haklısın. Ben de Noel’in ailene ayırman gereken bir gün olduğunu düşünüyorum. Cidden.”
Yi-Gyeol, erkek öğrencinin ciddi bir ifadeyle cesurca başını salladığını görünce küçük bir kahkaha attı.
Sonra aniden, Yi-Gyeol başının zonkladığını hissetti.
“Ugh…”
Yi-Gyeol bir elini alnına koyarak gözlerini sıkıca kapattı, yüzünü buruşturdu ve baş ağrısı nedeniyle başını salladı.
“Hey, iyi misin?”
Baş ağrısı hızla geçmeye başladı ama anlık ağrı o kadar şiddetliydi ki, rengi daha da kötüleşti. Alnından elini çekerek, Yi-Gyeol gülümsemeye çalıştı ve iyi olduğunu ima edercesine elini salladı. Erkek öğrenci, Yi-Gyeol’un solgun yüzüne bakarak iç geçirdi.
“Hastaneye gittin mi? Son günlerde sık sık başın ağrıyor.”
“Gittim, normal baş ağrısı olduğunu söylediler. Muhtemelen stresten.”
“Evet, giriş sınavlarının stresi şaka değil.”
Erkek öğrenci dilini şaklattı ve iki ay öncesini hatırladı. CSAT için kafası patlayacak kadar çalıştığı günleri her hatırladığında, kendisinin de baş ağrısı olacağını düşünürdü.
“İlaçlarını mutlaka al. Kronik bir hastalığa dönüşürse başın belaya girer.”
“Biliyorum. Sen söylemesen de alıyorum.”
Yi-Gyeol böyle cevap verse de, yüzünün rengi onu ele veriyordu.
Hayatında hiç yaşamadığı baş ağrıları başlamasının üzerinden çok zaman geçmemişti. CSAT sınavından hemen önce başlamıştı, bu yüzden hastanede söyledikleri gibi stresin neden olduğunu düşünmüştü. Baş ağrısının CSAT sınavını etkilemesinden korktuğu için ilaç alıp sık sık hastaneye gidiyordu, ancak iyileşmek bir yana, sıklığı ve şiddeti giderek artıyordu.
“Daha büyük bir hastaneye gitmeli miyim?”
Bugün bile baş ağrısı beşinci kez nüksetmişti. Günümüzde birçok insan stres kaynaklı baş ağrısı çekiyordu, o da kendisinin de aynı durumda olduğunu düşündü, ancak yine de başka bir nedeni olabileceğinden endişeleniyordu. Daha önce muayene için gittiği hastanede beyninde herhangi bir sorun bulunmamıştı, bu yüzden doktorun dediği gibi basit bir baş ağrısı olabilirdi, ancak bazen bilinmeyen bir endişe omurgasını ürpertirdi.
Arkadaşından ayrıldıktan sonra, eve giden sokakta baş ağrısı tekrar başladı ve endişesi doruğa ulaştı.
“Aaah!”
Hiç yaşamadığı kadar şiddetli bir ağrı geldi. Ağrı o kadar şiddetliydi ki, Yi-Gyeol başını elleriyle kapattı ve elinde tuttuğu pasta kutusunu düşürdüğünü bile fark etmedi.
Karla kaplı yere dizlerinin üstüne çöktü ve otururken çığlık attı. Sanki biri kafasını sıkıp acımasızca dövüyormuş gibi hissediyordu. Şiddetli baş ağrısıyla birlikte tüm vücudu titreyip sıçradı, çılgınca koşmaya başladı. Ellerinden ve ayaklarından vücudunun kaslı tüm bölgelerine kadar her yeri feci şekilde ağrıyordu.
Şiddetli baş ağrısı, Yi-Gyeol’un düşüncelerini durdurdu. Kafasında kalan tek şey, dayanılmaz acı içinde olduğu düşüncesiydi. Cep telefonunu alıp ambulans çağırmak ya da birinden yardım istemek bile aklına gelmiyordu. Ağrıyan başını tuttu ve bu acının çabuk geçmesi için dua ederek inledi.
Sonra bir anda şiddetli baş ağrısına daha fazla dayanamayıp bilincini kaybetti.
Yi-Gyeol gözlerini tekrar açtığında gördüğü şey bembeyaz bir tavandı.
Garip ve serin görünümlü tavana bakarken, felç olmuş gibi görünen başı ağrımaya başladı. O anda baş ağrısının şiddetinden bilincini kaybettiğini hatırladı ve kollarını kaldırdı.
“Aarrgh-!”
Kolunu kaldırmaya çalıştığında kafasına daha fazla şok geldi. Kafasına buz kıracağı saplanmış gibi olan ağrı, hareket etmemesi durumunda biraz azalmış gibi görünüyordu.
“Oppa*, iyi misin?!”
(Küçük kızların abilerine veya kendilerinden büyük ve yakın erkeklere hitap ettikleri unvan.)
İnleyen Yi-Gyeol, yanından gelen endişeli sese doğru yavaşça başını çevirdi. Bu hareket bile acı vericiydi ama dişlerini sıkıp dayandı ve kız kardeşine baktı. Uzun süredir ağlamış gibi gözyaşlarıyla kaplı kız kardeşinin yüzüne bakınca üzüldü.
Onun yanında, aynı şekilde gözyaşları içindeki annesi ve üzüntüden bitkin babası vardı. Yüzlerini görür görmez kalbi sıkıştı ve tanıdık olmayan bir korku tüm vücudunu sardı.
Baş ağrısından dolayı kaşlarını çattı ve gözlerini kısarak sesini çıkarmaya çalıştı. Neden hastanede olduğunu ve neden herkesin bu kadar ağladığını sordu.
İyileşmez bir hastalığa mı yakalanmıştı?
Cevabı duymadan gözleri karardı. Bilinci kapalıyken güneş çoktan doğmuştu ve dışarıdan parlak güneş ışığı girmesine rağmen odanın her tarafı karanlıkta kalmıştı.
“Yi-Gyeol… Hık…”
Ona bir şey söylemek istercesine ağzını hafifçe açan annesi, sonunda oturup yüksek sesle ağlamaya başladı. Ağlayan annesini kaldırmaya çalışan kız kardeşi de gözyaşlarına boğulmak üzereydi, ama sonunda birbirlerine sarılıp birlikte ağladılar. Yi-Gyeol’un yüzü, onların tepkisiyle hızla karardı. Kendisinde kesinlikle bir sorun olduğu düşüncesi, başını daha da ağrıtıyordu.
“Ağlamayın! Ölümcül bir hastalığı yok, neyin var sizin? Onu sadece sinirlendiriyorsunuz!”
Babası yüksek sesle azarladı. Ancak onun da yüzü iyi değildi.
Yi-Gyeol, babasının sözlerinden ölümcül bir hastalığı olmadığını anlayınca geç de olsa rahatladı. Sanki kalbindeki tıkanıklık açılmış gibi, yüksek sesle nefes verdi ve umutsuz bir sesle konuştu.
“Ne oldu, hepiniz beni çok endişelendirdiniz, öleceğimi sandım.”
“Özür dilerim. Öyle değil. Neden öleceksin ki?”
Babası zorla gülümsedi ve başını okşadı. Yi-Gyeol, babasının çökmüş gözlerine ve üzgün yüzüne bakarken hiç rahatlayamadı. İçini tırmalayan bir endişe sardı.
“O zaman ne oldu? Neden hastanedesiniz?”
Sormasına gerek yoktu, neden hastanede olduğunu biliyordu. Şiddetli bir baş ağrısı nedeniyle bayılmıştı ve kendine geldiğinde bile ellerinin ve ayaklarının uyuşukluğunun yanı sıra başı da hala ağrıyordu. Hastanede olmasının sebebi muhtemelen bu semptomlardı.
Babası acı bir gülümsemeyle titredi. Doğru kelimeleri seçmeye çalışır gibi defalarca ağzını açıp kapatan babası, heyecanını olabildiğince gizleyerek yavaşça konuştu.
“Yi-Gyeol, şaşırma ve dinle. Gerçek şu ki…”
Babasının sesi titreyerek yankılandı. Üzücü sözleri devam ettikçe, Yi-Gyeol’un yüzü giderek bir ceset gibi soldu.
⋆♚⋆♛⋆♚⋆
Rostov Sendromu.*(Kleine-Levin Sendromu olarak geçiyormuş gerçek bir hastalık)
1 milyonda 1 kişiyi etkileyen nadir görülen, tedavi edilemez bir hastalık.
Günde sadece iki saat uyanık kalabilirler.
Kasların en ufak bir hareketi bile vücuttan toksinlerin akmasına ve beyni tahrip etmesine neden olur. Bu toksinleri atmak için her gün 22 saat uyumak gerekir, aksi takdirde toksinler kısa sürede ağrıya dönüşür ve şiddetli baş ağrıları başlar. Bununla birlikte, toksinler beyinde birikmeye devam ederse sonunda ölüme yol açabilen korkunç bir hastalıktır.
Joo Yi-Gyeol, günde 22 saatini uyuyarak geçirmek zorunda kalan, çok nadir görülen bir ölümcül hasta haline geldi. Gözlerini açık tutarak hareket edebildiği tek zaman, uyanık olduğu bu iki saatti.
25 Aralık.
Bazıları için mutlu bir Noel günü olmalıydı, ama Joo Yi-Gyeol için, hayalini kurduğu geleceğin paramparça olduğu ve sıcak günlük hayatının çökmeye başladığı gündü.
.
.
.
Selamlar canlar Unscented Trajectory ve Jinhyang Sezonu kitabının yazarından huzurlarınızda Peri Tuzağı.
Bu kitabın benim için özel bir yeri var. Üç yıl önce çevirmeye başlamış ve sonra watped hesabımın silince kalakalmıştım. Yine bir Mayıs ayıydı bu zamanlardı. Aynı duygularla çevirisine yeniden başladım.
Bu kitabı benden ikinci kez okuyanlarınız yorumlarda kendini belli etsin lütfen 🫶
Ukemiz bu sendrom yüzünden boyutlar arası fantastik bir evrene geçiş yapacak ve orada sevdiceği Seth ile tanışacak.
İlk günkü gibi heyecanlıyım sizlere de keyifli okumalar dileyip garantiliyorum 🫰
Bende nerfrn hatırlıyorum diyordum ben bunu wattydeyken okumuştum
Merakla bekliyorum, şimdiden çok teşekkür ederim. Bu arada jinyang sesonkitabıda merakla bekliyorum. Ellerine sağlık canım
Gelcek biraz zaman alsa da, teşekkür ederim ne demek 🙏
Bölüm için teşekkürler
Keyifli okumalar 🫰