Yaşamaya karar verdikten sonra böyle kalamazdı. Neden böyle kalamayacağı sorulsa söyleyecek bir şeyi olmazdı ama yarın dönecek kocası için bugün pencerenin önüne sarı çiçekler koyan dul bir kadın gibi hazırlanmak istedi.
İnsanların gözlerinden kaçmak için nehre indi. Karanlığa gömülmüş nehir bir yerlerden ışık yansıtıyor ve beyaz pullu siyah bir yılan gibi akıyordu. Bir süre önce gönderilen taç yaprağı çoktan akıntıyla birlikte denize akmış olmalıydı.
Belki de daha önce gönderilen iki taç yaprağı ile denizde çoktan buluşmuştu.
Dibini göremediği bulanık suyla yüzünü ve saçlarını yıkadı. Her tarafı pislik içinde olan giysilerini de yıkadı. Islak, sert kumaşı zayıf ve kuru parmaklarıyla yoğurmak zordu. Lekeyi suya ne kadar sıçratırsa sıçratsın ve ovarsa ovsun, leke düzgün bir şekilde çıkmıyordu. Muhtemelen çamaşırlarını hiç yıkamadığı içindi bu.
Bunu önceden öğrenmeliydim.
Pişmanlık en küçük şeylere bile sızıyordu.
Şimdilik kıyafetlerini bir şekilde temizlemek önemliydi, bu yüzden parmak uçları kırışana kadar çıplak bir şekilde soğuk nehre daldı.
Vücudunu soğuk akan suda sabun ya da fırça olmadan yıkamaya alışık değildi. Altındaki sivri kayalara birkaç kez takıldı. Biraz da su içti. Ama yıkayabildiği kadar yıkadı.
Oh, Tanrım. Bu bir felaket.
İnsanların gözünden kaçmak için gece yıkanmak iyiydi ama şafak vakti ıslak kıyafetler giymek için hava çok soğuktu. Aeroc titreyen bedenini ısıtacak bir şeyler bulmak için tenha bir yerdeki çöp yığınını karıştırdı. Ama üzerini örtecek bir şey bulamadı.
Bu şekilde kalırsa vücut ısısı tehlikeli bir seviyeye düşecekti. En uç noktaya ulaşmış ve yakacak yağı kalmamış bir vücutla geceye dayanmak intihardı. Yaşamaya karar vereli ne kadar olmuştu? Aeroc tereddüt ettikten sonra saklandığı yerden çıktı ve başka bir sokağa yöneldi.
…….
“Hey, uyan. Yemeğinin parasını ödemelisin.”
Aeroc gözlerini bacağına gelen vahşi bir tekmeyle açtı. Kötü kokularla dolu olsa da onu gece çiyinden koruyabilecek eski püskü bir kulübede uyandı. Üzerini örten eski, tozlu battaniye Aeroc’un bütün gece aldığı meniyle ıslanmıştı. Uyanıp hareket ettiğinde, onu tekmeleyen adam hemen kulübeyi terk etti. Baş tarafına atılan giysiler neredeyse kurumuştu.
Onları giymeden önce Aeroc parmaklarını anüsünden geçirerek meniyi kazıyıp çıkardı ve bacaklarının arasından battaniyeye sildi. Acıyı görmezden geldi ve kramp girmek üzere olan bacaklarını zorlayarak ayağa kalktı ve dışarı çıktı. Bir önceki gece kendisine sıcak bir battaniye ve gece çiyinden saklanacak bir yer vermesi karşılığında üç tur seks isteyen adam bu sefer ona yiyecek bir şeyler ikram etti.
“Kaç kere?”
“Taşaklarımın sunduğu her şeyi mideye indirdin, o yüzden beslenecek bir şey kalmadı. Onun yerine iş yap.”
Adam kalın, kıllı eliyle un çuvalını işaret etti. Aeroc bunun ne anlama geldiğini bilmeden boş boş baktı. Adam açık açık söyledi.
“Şunu şuraya taşı. Düşürürsen ve yırtılıp işe yaramaz hale gelirse boynunu kıracağımı unutma. Asla mangallı bir mutfağa girme. Çünkü hiçbir şeye mikrop bulaşmasını istemiyorum.”
Beyaz önlüğünü beline doladı ve mutfağa benzeyen bir yere girdi. Aeroc kendisine söyleneni yaptı ve gövdesi büyüklüğünde bir un çuvalını aldı. Daha doğrusu, çuvalı alıp sendeledikten sonra tekrar yere bıraktı ve birkaç kez debelendikten sonra çuvalı alıp adamın işaret ettiği mutfağın yanındaki taş tabağın üzerine koymayı başardı.
Bir tanesini hareket ettirmek bile tüm eklemlerinin karıncalanmasına neden oldu ve harcadığı çabadan dolayı dişleri bile titredi. Dünyada bundan daha ağır bir şey var mı?
Aeroc derin derin nefes alıp dizlerini ve bileklerini ovarken adam dışarı baktı ve bağırdı.
“Çabuk hareket etmezsen, tek bir küflü ekmek bile alamayacaksın!”
Aeroc gürleyen sesle irkildi ve başını salladı. Hızla ikinci un çuvalını taşımak için harekete geçti.
O öğleden sonra, hayatında ilk kez, Aeroc sağlam emeği karşılığında iki parça ekmek ve biraz şeker aldı. Para açısından bakıldığında, bir sikkeden biraz daha az olan ucuz bir fiziksel emekti. İlk kez kendi elleriyle kazandığı şeye boş gözlerle bakınca, adam verilen emeğin kalitesi düşünüldüğünde bunun çok cömertçe olduğunu haykırdı.
Muhtemelen yanlış değildi. Aeroc’un bacakları titriyordu ve bütün gün hareket etmekten kolları güçsüz düşmüştü. Yaklaşık otuz un çuvalından biri yere düştü ve çuvalın ucu yırtılarak beyaz un döküldü. Bu nedenle kalçasına şiddetli bir tekme yemişti ama adam fırında çalıştığı için o kadar acımasız davranmamış ve ücreti Aeroc’a vermişti.
Ağır işlerde çalışarak kazandığı değerli ekmeğin beyaz içini yırttı, yumuşak kahverengi şekere batırdı ve ağzına attı. Hayatında yediği en lezzetli şeydi. Bu özel ekmeğe biraz daha bakmak istedi, bu yüzden onu saklamaya çalıştı ama kendine geldiğinde bütün parçayı yemişti. Ağzının suyu akıyordu, yarısı kalmış şeker ve diğer ekmek parçası gözüne çarpmaya devam ediyordu ama poşeti sıkıca kavradı ve elinde tuttu.
Eğer bugün hepsini yerse, yarın açlıktan ölmesi gerekecekti. Bugünkü ekmeği sakladı çünkü sokaklarda, yarınki açlıktan kaçınmanın şu anda doymaktan daha önemli olduğunu öğrenmişti.
Bu aynı zamanda onun ilk birikimiydi.
Fırının barakasında kalırken, adam ne zaman istese bacaklarını açmaktan başka çaresi yoktu ama Aeroc mümkün olduğunca çok çalışmak istediğini söyledi. Adam bu durumdan pek memnun olmamıştı. Ancak daha sonra sanki fikrini değiştirmiş gibi memnuniyetle başını salladı. Adam bunun yerine, bu gece için farklı bir şey denemenin sorun olup olmayacağını sordu.
“Tamam ama şu andan itibaren içeride yapma.”
“Kek. Bir alfa fahişesisin bu da ne?”
“Başka türlü yapmak istemiyorum.”
“Hmph, iyi.”
Neyse ki Aeroc’un bir alfa olduğunu düşünüyordu. Bunun nedeni belirli bir kızışma belirtisi olmaması ve omega vücut kokusunun tam olarak gelişmemiş olmasıydı. Dürüst olmak gerekirse, Aeroc bile kızışmasının ne zaman geleceğini bilmiyordu. Karnı doyduktan bir gün sonra, kızışma döneminin geçtiğini ve aynı zamanda bir hamileliğin daha sona erdiğini, ancak kasıklarının arasındaki boşluktan kırmızı bir kan pıhtısı kaçtığında anlayacaktı. Bir gün değişen bedeni hâlâ yabancıydı.
Adamın denemek istediğinden bahsettiği yeni şeyin ne olduğunu çabucak öğrendi. Bir gece üç ya da dört meslektaşıyla birlikte geldi. İki tanesini aynı anda almıştı ama bu kadar çok alfayla ilk kez karşılaşıyordu. Daha da kötüsü, büyük hantal vücutları vardı. Aeroc’un korkuyla geri çekmeye çalıştığı uzuvlarını yakaladılar ve onlarla oyuncak gibi oynadılar, yırtılmış anüsünü birkaç kez ihlal ettiler.
“O bir alfa mı? Neden böyle davranıyor?”
“Bir alfa gibi kokuyor. Bir omega da vardı ama bu adam ona çok tapıyordu, işte buradayız.”
Adamlar sırayla sıska vücuda tecavüz ettiler ve aynı zamanda penislerini sokarak büyük miktarda meni akıtmaya başladılar. Aeroc anüsünün yırtılmasının acısıyla mücadele ediyordu ve söz verip tartışan adama ters ters baktı.
“Ugh…… ah…… Sana söylemiştim… içeride yapmamanı… Agh, ugh!”
“Ben yapmadım. Bu adam yaptı. Kekek.”
Zaten uyuşmuş olan bedenini kontrol edemedi ve dudaklarını ısırıp işi onların zalim ellerine bıraktı. Kısa süre sonra tüm vücudu meni ile dolup taştı. Onlar gittikten sonra, ihtiyaçlarını karşılamış olan Aeroc kusmaya başladı. Yutamadığı meni kusmukla birlikte burnundan aşağı aktı.
Meniyi kustuktan sonra arkasını açtı ve parmaklarını sadece dokunarak çığlıkların sızdığı anüse sokarak kalanları kazıyarak çıkardı. Eğer battaniyeyi ısırmasaydı, dilini de ısırabilirdi. Parmağını tekrar tekrar soktu, bu da kirli tırnaklarının ucunda sadece kan lekeleri bıraktı. Aeroc solgun yüzünü battaniyeye gömdü ve yere yığıldı.
Aynı anda birden fazla insanla uğraşmak korkunç derecede acı vericiydi. Çapaklı görüşü daha da kararırken, garip bir şekilde bulanıklaşan beyni, sahibinin hiçbir şey düşünmek istememe emrini tamamen görmezden geldi. Bir kez daha ne yaptığını hatırladı. Belki de bundan biraz daha korkunç olan işlediği suçlar başını kaldıramamasına sebep olmuştu.
…..
Rapiel Westport kesinlikle bir omegaydı. Kısa boyluydu ve elbette tek bir kola sığacak kadar küçüktü. Bir omega olmasına rağmen erkekti. Bu yüzden bir insanın onun üzerinde böyle koruyucu içgüdüler geliştirmesi nadir görülen bir durumdu.
Aksine, bir omega olması dışında Aeroc’a kıyasla üstün hiçbir yanı yoktu. Ne iyi eğitimliydi ne de özel bir yeteneği vardı. Aristokrat bir toplumda, yolun kenarında yuvarlanan taşlar kadar sıradan bir insandı. Olağanüstü bir güzelliğe sahip olduğu bile söylenemezdi. Belli ki sevimli bir yanı vardı ve bakmaya değerdi ama kimse ona güzel demezdi.
Alfa ve omegalar arasındaki keskin farklara rağmen, Rapiel’in estetik anlayışı keskin standartlarını ne kadar düşürmüş olursa olsun, Aeroc’tan daha güzel olduğunu söylemek neredeyse imkânsızdı. Biraz huysuz görünen ama bir tablodaki kadar yakışıklı olan Kont’un aksine, Rapiel’in şirin yüz hatları ancak kendisine cömertçe bakıldığı zaman çekici sayılabilirdi.
Ayrıca, sarı saçları Aeroc’unkinden daha mattı ve mavi gözleri yer yer griyle yamalıydı, Aeroc’un kusursuz mavi-sarı bir papağanın kanatlarını andıran irisinden çok daha aşağıdaydı. Teiwind Hanesi’nin uzaktan akrabaları olan Westport Hanesi, o kadar da önemsiz değildi ama damatlarını kesinlikle geçindirebilecek bir aile de değillerdi.
Neden böyle değersiz birinden hoşlanıyordu?
Tamamen farklı biriyle çıkıyor olsaydı ikna olabilirdi. Kloff, sırf omega olduğu için Aeroc’un her yönden altında olan birinden hoşlanacak biri değildi.
Ayrıca, bahsetmesi bile hoş olmayan bariz seviye farklılıklarına rağmen, bazen kardeş sanılacak kadar benzer olarak değerlendirildikleri de doğruydu. Rapiel’i başkalarına tercih etmesinin başka bir nedeni olmalıydı.
Biraz düşündükten sonra bunun bir tür kışkırtma olduğuna karar verdi. İnisiyatifi Taywinds ailesinin Aeroc’una vermekten kaçınmak için bir taktik olabilirdi. Çok çocukçaydı ama önemli bir etkisi vardı. Ne zaman ikisinin birbirlerine sevgiyle sarıldığını görse, Aeroc ateşli bir kıskançlığa kapılıyordu.
Akşamın geç saatlerinde, Vikont Derbyshire’ın sadece Kloff’la tanışmak için kabul ettiği sıkıcı ziyafetinden sonra ayrılmaya hazırlanırken, Vikontların lobisinde arabasının gelmesini bekledi. Aeroc, insanlar bir anda koşuşturup alanı arabalarla doldururken teni biraz sertleşmiş bir halde koridorda ilerliyordu.
Orada, loş bahçenin kenarında, birbirine sarılmış iki insan gördü. Evlilik çağına gelmiş genç aristokratların özgürce flört edebildikleri tek yer, prestijli aristokrat ailelerin toplantılarıydı. Çünkü özellikle nişanlı olmadıkları halde doğrudan diğer kişinin evine davet edilmek, kızışma döneminde ya da başka nedenlerle çok gizli bir ilişkiyi simgelediğinden gereksiz dedikodulara yol açardı.
Kloff’un, Rapiel’i şahsen aradığını henüz duymadığına göre, ikisi arasındaki ilişkinin masum bir alışverişten başka bir şey olmadığı açıktı. Ama ne kadar gizli ve kasvetli bir yer olursa olsun, ki kasten aranmadıkça bulunamazdı, yine de kendilerine ait olmayan başka bir malikânenin açık bahçesinde böyle birbirlerine sarılıyorlardı. Akıllarını mı kaçırmışlardı? Hoşnutsuzdu ve bunu görmezden gelmeyi düşündü ama Rapiel akrabası olduğu için, ortak itibarlarını düşünerek ona dikkatli olmasını söylemeye karar verdi.
Başka birinin yaklaştığından habersiz, kısık kahkahalarla birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldadılar. Rahatsızlık çok yoğundu. Kloff yaklaşırken Rapiel’in ellerini bir arada tuttu ve bandajlarla sarılı parmakların uçlarını öptü. Aeroc şoktan ağzını kapatamadı. Kloff, Rapiel’in parmak uçlarını dudaklarına götürürken ve karakteristik derin bakışlarını küçük omega üzerinde sabitlerken şöyle dedi:
“Ne kadar sert ve yaralı olurlarsa olsunlar, onlar benim için en güzel ve en sevgili eller.”
Bu sözler üzerine Rapiel’in yüzü kızardı ve sadece “Kloff!” diye seslendi.
Bu basit bir numara değildi. Her açıdan içtenlikle aşık olan naif bir omega’ydı. Uzun kollarını nazikçe ona saran alfa, başını eğip çok sevimliymiş gibi alnından öptü. Hepsi bu kadardı.
Aeroc, başkalarının öpüşmesini bile izleyecek kadar kaba bir cürete sahip değildi.
.
.
.
Bu kitabı çevirirken şarkı dinleyeceğim sanırım bol bol, şu anda Death Note Alimuna dinliyorum 💔