Cang Ji’nin dilinin ucundaki kan parçasının tadı bir ruhani enerji dalgasına dönüştü ve boğazını sulayan tatlılık, Cang Ji fildişi dişlerini göstermekten kendini alamayana kadar kabardı.
Luocha Kuşu üzerlerine çullandı ama yere inemeden önce Cang Ji gümüş pençelerini kavradı ve devasa gövdesini savurdu. Hayalet Muhafızlar zamanında geri çekilemedi ve Luocha Kuşu onlara çarptığında uçmaya başladılar.
“Teslim olun!” Hayalet Muhafızlar tersledi ve uzun zincirlerini fırlatmak için döndüler.
Zincirler yoğun karı silkeleyerek kendilerini ezici bir darbe indiren tıslayan pitonlar gibi gösterdi. Cang Ji, birbirleriyle kesişen zincirler ağının üzerinde durmak için takla atarken, sağlam formuyla darbeden sıyrıldı. Zincirleri yukarı çekmeden önce ayağının ucuyla zincirlerin kesişme noktasına bastı. Zincirlere tutunan Hayalet Muhafızlar aynı anda ona doğru çekildi ve bir beden yumağı halinde birbirlerine çarptılar.
Bunu gören Luocha Kuşu ayağa fırladı ve kaçmaya çalıştı. Jing Lin ileri doğru bir adım atınca, sanki bir rüzgâr duvarına çarpmış gibi hınç dolu çığlıklarla yere yuvarlandı. Kanatları ve pençeleri titreyerek yerde çırpındı ve o kadar çok sallandı ki çanın sesi daha da yükseldi. Yaklaşan tehlikeyi sezen şeytani bir surat, kuş suratının yanında kendini göstererek çığlık attı ve diğer suratla birlikte tek bir kafaya sıkıştı. Grotesk* görünüyordu. (Roma yapılarında bulunan, insan, hayvan ve çiçek figürlerinin gülünç bir biçimde birleşmeleri biçimindeki abartılı süsleme tarzı)
Çok geçmeden çürüyen cesetlerin pis kokusu etraftaki havayı sardı. Aslında çıkmazdan kurtulmak ve kaçmak için karnındaki bakır çanı sindirmeye çalışıyordu.
Cang Ji, Hayalet Muhafızların sürpriz saldırısını engellemek için Luocha Kuşu’na tekme atarken Jing Lin’in yanından geçip kolundan tuttu. “Bakır çan nerede?”
Jing Lin, “Karnında!” diye cevap verdi.
Luocha Kuşu yere yuvarlandı, ardından aniden kanatlarını çırptı ve tiz bir çığlıkla havaya fırladı. Hayalet Muhafızların demir zincirlerini çekip koparırken tüm duyuları onu terk etmişti. Luocha Kuşu, Hayalet Muhafızlardan birini ağzıyla kâğıt parçalar gibi ikiye böldü. Sonra onu yutmak için başını kaldırdı.
“Demek bu bir obur.” Cang Ji, üzerine atlayan Luocha Kuşu’na bakarak parmak eklemlerini kırdı. Çatırdama sesleri arasında gülümsedi ve yavaşça, “Tesadüfe bak ki ben senin büyükbabanım!” dedi.
Cang Ji bunu söyledikten hemen sonra harekete geçti. Karın üzerine basıp havaya yükselirken vücudu bir kuğu kazı gibiydi. Ellerindeki zincirleri tarttı. Hayatları için kaçmakla meşgul olan Hayalet Muhafızlar onu fark edemeden, güçlü bir kuvvet onları geri sürükledi.
Luocha Kuşu çoktan öfkeden çılgına dönmüş, karşısına çıkan herkesi parçalıyordu. Cang Ji Hayalet Muhafızları Luocha Kuşu’na yem ederken acı dolu feryatlar yükseldi.
“Nasıldı?” Cang Ji tek ayağıyla Luocha Kuşu’nun kafasının arkasına bastı ve demir zinciri sallayarak yağan karın içinde hışırdamasını sağladı. “Beni baban olarak kabul et ve bir daha asla yemek konusunda endişelenmene gerek kalmasın.”
Luocha Kuşu başını savurdu ama Cang Ji’yi silkeleyemedi. Bir anlık aptallıkla Luocha Kuşu bakışlarını Jing Lin’e çevirdi. Kanatlarını açamadan, demir zincirler onu zapt etmek için etrafını sardı. Başı yere çarparken ensesinde bir ağırlık vardı. Demir zincirler gerildi ve boynu neredeyse deforme olana kadar onu boğdu. Luocha Kuşu kan donduran bir çığlık attı, çeşitli yüzleri merhamet dilemek için birbirinin üzerine düştü.
Cang Ji kuşun iki kafasını tekmeledi, “Nereye gidiyorsunuz?”
Luoşa Kuşu’nun her iki yüzü de aynı şeyi söyledi; bir yüzü feryat ederken, diğer yüzü iyilik diliyordu. “Bağışla beni… bağışla beni!”
“Seni bağışlamak mı?” Cang Ji onun önünde çömeldi ve gülümsedi. “Elbette yapabilirim ama birkaç soruya cevap vermen gerekiyor.”
Luocha Kuşu’nun bir çift gözü etrafta dönerken, diğer çifti sefil görünüyordu. “Sor bakalım.” derken sesleri birbirine karıştı.
Jing Lin, Cang Ji’nin kendisini yanına çağırmasını beklemeden onun yanına gitti.
Jing Lin, “Bakır çanı sana kim verdi?” diye sordu.
Luocha Kuşu bakışları her yerde gezinirken yüzünü kapattı. Kaçamak bir şekilde cevap verirken boğuk bir kıkırdama çıkardı: “Rastgele. Onu rastgele yedim!”
Jing Lin onun iddiasına itiraz etmeden hafifçe başını salladı. Sormaya devam etti: “Mezarlarda yaşıyorsun ve ceset yığınlarından doğdun. Neden buraya yiyecek aramaya geldin?”
Luocha Kuşu “Buranın tadı çok güzel!” diye cevap verdi.
Jing Lin onu sorgulamayı bıraktı.
Luosha Kuşu Cang Ji’nin ayağa kalktığını görünce, bir yüzünde kötü niyetli bir ifade, diğer yüzünde ise yalvaran bir bakışla şöyle dedi: “Bırak beni gideyim. Acele et.”
Cang Ji’nin avucundaki zincirler yere düştü. Çenesini Jing Lin’e doğru kaldırdı, “Arkanı dön ya da gözlerini kapat. İstediğini seç.”
Jing Lin’in yüzünün yan tarafı karla beyaza boyanmıştı. Pamuklu mendilini çıkardı, parmaklarını dikkatlice sildi, “Elbiselerini kirletme!”
“Kirlenmesi önemli değil, sadece benim için yenisini giy.” Cang Ji ayaklarını Luocha Kuşu’nun yüzünü desteklemek için kullandı ve ona küçümseyerek gülümsedi. “Merak etme. Baban sadece bir şey çıkarmak için karnını açıyor.”
Şiddetle çırpınmaya başlayan Luocha Kuşu’nun dört gözünün de irileştiğini fark etti. Boynundaki demir zincir sıkılaştı ve Cang Ji’nin ayakkabısının tabanının altındaki kafa daha da gerginleşti. Luocha Kuşu’nun her iki yüzü de şişerken, boğazındaki belirsiz sallanma, vücudu kasılmayı bırakana kadar yerini yavaş yavaş bir sıçrama sesine bıraktı. Sanki küçük bir bıçak tüm ruhani enerjisini sıyırıp atmış, kemiklerinin çatlaklarındakilere bile dokunmamıştı. Son nefesini verirken dört gözü birlikte yukarı doğru yuvarlandı.
Cang Ji ellerini yıkamak için havuza çömeldi ve koklamak için burnuna götürdü. Sanki kalıcı bir pis koku varmış gibi hissetti. Suyu sinirli bir şekilde sıçrattı ve kıyıya fırladı. “Berbat kokuyor.”
Jing Lin o anda o kadar uykuluydu ki, ağacın tepesinde olduğu yerden sadece üstünkörü bir homurtu çıkardı. Gözlerini bile açamayacak kadar tembeldi. Gece bitmeden, burnunun ucu dışarıdaki dondurucu soğuk yüzünden çoktan kızarmıştı.
Cang Ji suyun içinde çırılçıplak duruyordu. Bir saniye içinde omuzlarını ve kollarını örten yoğun kar su damlacıklarına dönüştü. Soğuğun ne olduğunu bilmiyor gibiydi ve yarı beline kadar suya gömülmekte hiçbir sakınca görmüyordu.
“Hey.” Cang Ji su damlacıklarını silkeledi. “O çan gerçekten sana ait değil mi?”
Jing Lin kendine geldi ve cevap olarak bir “hı-hı” çekti. Cang Ji bu gece kanından birkaç damla almıştı ve bilincini koruması zordu. Uyumak zorundaydı.
Cang Ji kıyıya çıkarken su sıçradı. Kollarıyla kendini destekleyerek Jing Lin’in önünde ayakta durdu ve gözlerini ona dikti.
“Çabalarımızı sadece sahte olduğunu öğrenmek için boşa harcadık. Herhangi bir liyakat kazanmamış olsam bile, yine de çok çalıştım. Karnının ne kadar pis koktuğu hakkında hiçbir fikrin yok.” Cang Ji kolunu kaldırdı ve Jing Lin’in beline hafif bir fiske atarken kokladı. “Hâlâ kokuyor muyum?”
Jing Lin gözlerini yorgun bir şekilde açtı ve anında bu şişman balığın arsız karnını, sağlam bacaklarını ve o çıplak, sınır tanımayan gizli kısmını gördü.
Jing Lin bakışlarını kaçırdı, “Artık değil!”
Cang Ji çömeldi ve Jing Lin’e yaklaştı. Yüzü zarif ve gözleri çekiciydi. Jing Lin’e o kadar yakındı ki Jing Lin bilinçsizce ve aceleyle gözlerini başka yöne çevirdi.
“Yoksa bunun sahte olduğunu çoktan fark etmiş ve beni kasıtlı olarak kandırmış olabilir misin?”
Jing Lin’in yüzünde hafif bir şaşkınlık ifadesi belirdi ve neredeyse ‘masum‘ görünüyordu. “Seni neden kandırayım ki?” diye sordu.
Cang Ji ona şüpheli bir bakış fırlattı, “Bu gece kesinlikle bulmacalarla dolu. Bu bir tesadüf gibi görünmüyor. Sanki birinin planının içine çekiliyor gibiydik. Hayalet Muhafızlar neden bizi kovalamak için geri döndü?”
“Zincirleri boştu, bu yüzden ruhu ele geçiremediler. Önce başka biri almış olmalı.” Jing Lin hafifçe arkasına yaslandı, “Giyin.”
Cang Ji geri çekilmek yerine ilerledi, “O zaman bunun bizimle ne ilgisi var?”
Jing Lin açıkladı: “Bir hanenin dört üyesi de hayatını kaybetti. Bu vaka zaten tuhaf ve Luocha Kuşu’nu bile cezbetti. Yine de Hayalet Muhafızlar ruhu bulamadı. Tesadüfen ortaya çıktığımızda bizden şüphelenmeleri mantıklı.”
Bakır çan onları buraya çekmişti. Yine de, Luocha Kuşu’nun midesinden çıkan çan Jing Lin’in kaybettiği çan değildi.
“Sana kim tuzak kurmuş olabilir?” diye Cang Ji sordu, “Dağdan gizlice ayrıldık ve buranın sorumlu tanrısı seni göremez. Başka kim biliyor?”
Jing Lin’in kimliği en iyi ihtimalle kabataslaktı. Bugüne kadar bedeninin bir insana mı, bir iblise mi, bir hayalete mi yoksa bir ilaha mı ait olduğunu belirlemek hâlâ zordu. Ancak Cang Ji’nin bildiği rivayetlere göre, herkes Jing Lin’in öldüğünü düşünüyordu.
Peki, bakır çanın önemini ve Jing Lin’in mizacını kim bilebilirdi?
“Belki de değildir.” Jing Lin kaskatı kesilmiş, donmuş elleriyle ağzını kapattı ve üfledi. “Ruhani enerjiyle dolup taşan bakır bir çanın bir ölümlünün eline geçtiğinde fark edilmeden kalması zor olurdu. Biraz xiulian uygulamış olanlar bu çanın değerini bilirler. Bu kişi veliaht prensin yerine bir rakun koyduğuna göre*, gerçek olanı çoktan ele geçirmiş olmalı. Peşine düşmemizden korktuğu için, bizi engellemek amacıyla sahte bir tane gönderdi.”(entrika ve planlanmış kötülüğü kast editor)
Ancak zamanlama o kadar mükemmeldi ki Jing Lin’in şüphelerini artırdı. Aklında biri varsa da bundan hiç bahsetmedi.
Cang Ji merak etti, “O halde, gerçek bakır çanın izi artık sürülemiyor mu?”
“Bu doğru.” Jing Lin ona sessizce baktı, “Şimdi beni yutmak için iyi bir zaman.”
“Bu benim meselem.” Cang Ji neredeyse “seni ilgilendirmez” diyecekti ama kendini tuttu ve “Ölmeyi bu kadar çok mu istiyorsun?” diye sordu.
Jing Lin, “Bu o kadar tuhaf mı?” diye sordu.
Gözleri şu anda şaşırtıcı derecede saftı, sanki gerçekten merak ediyormuş ama daha önce hiç cevap almamış gibiydi.
Cang Ji’nin bir an için nutku tutuldu. Onu yalanlamak istedi ama yine de söyleyecek bir şeyi yoktu.
Jing Lin’in yaşaması ya da ölmesi beni ilgilendirmez. Onu yuttuğum sürece, sonsuza dek benimle olacak, asla ayrılmayacak ve beni asla terk etmeyecek. Böylesi daha iyi.
Arkadaşlıkları sona erse bile, Jing Lin’in yaşayıp yaşamama arzusunun, onu sadece yemek isteyen Cang Ji ile ne ilgisi vardı?
Yine de Cang Ji’nin kalbinin diğer tarafı sesini yükseltti.
Bu durumdan hiç memnun değilim.
Bu yüzden huysuzca havadan yeni kıyafetler çıkardı ve onları giyerken cevap verdi. “Tuhaf. Çok tuhaf!”
Bir süre giydikten sonra, Jing Lin’in bir şey söylemek ister gibi bakan ince bakışlarını gördü. Cang Ji kendini beğenmiş bir tavırla konuştu, “Nereme bakıyorsun? Beni övmeye iznin var. Eğer bana iltifat etmeyeceksen, ağzını bile açma.”
Jing Lin sükûnetini korudu. Her ikisi de ağaçtan inip geri dönmeye başladıklarında, Cang Ji giysilerinden dolayı kendini sıkıntılı ve rahatsız hissetti. Sessizlik içinde hana döndüler ve Jing Lin tam gözlerini kapatmıştı ki arkadan biri ona saldırdı.
Cang Ji hiddetle, “Pantolonumu ters giydiğim konusunda beni neden uyarmadın?!” dedi.
Jing Lin’i ters çevirdi, ancak Jing Lin’in gözlerini çoktan uykuya dalmış gibi kapatmış olduğunu gördü. Sinirlenen ve içerleyen Cang Ji alçak bir sesle, “Hadi numara yapmaya devam et!” dedi.
Küçük taş figür yastığın altından fırladı ve kahkahalarla yuvarlandı. Cang Ji, Jing Lin’i serbest bırakıp bir kenara çöktü ve bastırılmış bir nefretle yatağı yumrukladı. Jing Lin’in sakin ve kayıtsız profiline şiddetle baktı ve onu birkaç kez daha ısırmak için yanıp tutuştu.
…….
Ertesi gün Cang Ji uyandığında Jing Lin’in henüz uyanmadığını görünce küçük taş figürü alıp omzuna koydu ve biraz eğlenmek için aşağı inerken esnedi. Jing Lin’i taklit ederek hancıya birkaç gümüş inci fırlattı. Hancının şefi göklere çıkarmasını dinledikten sonra, Cang Ji rahatça siparişini verdi.
“Yemek ister misin?” Cang Ji kolunu sandalyeye dayadı ve küçük taş figüre şöyle dedi: “Düşündüm de, bu çok tuhaf. Ağzın yok ve ruhani enerji tüketmiyorsun. Bütün gün neyle yaşıyorsun?”
Küçük taş figür onun dizine oturdu ve sanki yemek bekliyormuş gibi yemek çubuklarını tuttu. Bunu hem gülünç hem de sevimli bulan Cang Ji bacağını sallamaktan kendini alamadı. Öfkeyle birkaç tekme atmadan önce sendelediğini görünce keyfi yerine geldi.
Onunla alay ederken, aniden salonda birinin fısıldadığını duydu.
“Bugün büyük bir şey oldu! Batı yakasında şeker satan İhtiyar Chen’i tanıyor musun? Bu sabah komşusu yetkililere bir ihbarda bulundu. Valilikten gelenler oraya gidip kapıyı kırarak açmışlar. Vay canına! Beş kişilik bir aile, hepsi gitmiş!”
Beş kişilik bir aile mi?
Cang Ji’nin kalbi küt küt atmaya başladı.
Dört değil miydi?
.
.
.
İşler karışıyor 👀