Ufuktaki su bulutları uzaklara doğru uzanıyordu. Yerden yükselen yüce kule, tıpkı kuzeydeki Denizi Büyüleyen İlahi İğne gibi, etrafını saran duvar kümelerinin arasında dimdik duruyordu. Jing Lin rüzgârda durup bir süre etrafı inceledikten sonra kıtlık mültecilerine yol açmak için yana döndü.
Şehir zaten açlıktan ölmek üzere olan halkla doluydu ve yolun her iki tarafında solgun ve bir deri bir kemik kalmış cesetler yatıyordu. Yolda yürümek hiç de kolay değildi. Birçok cesedin karnı şişmişti; bu insanlar çoktan yiyecek bir şeyler aramaya başlamışlardı. Yaşlılar, zayıflar, hastalar ve engelliler duvara yaslanarak topallaya topallaya yürüyorlardı. Her biri kambur duruyordu. Saçlarındaki bitler bile yakalanmış ve yenerek temizlenmişti. O kadar aç kalmışlardı ki başkalarına bile imrenerek bakıyorlardı.
Jing Lin küçük hayaleti Qiankun*’unun kolundan kurtardı. (Uzaysal depolama alanı )
Küçük hayalet Jing Lin’in giysilerine tutundu ve onu yakından takip etti. Jing Lin kollarını yokladı ama hiçbir şey çıkaramadı.
“Demek o opera senaryolarındaki Araf böyle bir yermiş. Sokaklarda koşuşturan aç hayaletler. Zhongdu zaten yeraltı dünyasının diyarı.” Küçük hayalet gözyaşlarını sildi. “Herkes ölecek.”
Jing Lin hiçbir şey söylemedi. Gözleri dünyadaki tüm acıları görebilir ve kılıcı dünyadaki tüm iblisleri öldürebilirdi. Fakat kendisi bile bu durum karşısında çaresizdi. Kan Denizi’nin dalgaları, Zhongdu’daki tüm canlıların hükümlerini sararak ve her birini giderek daha dar bir alanda bir araya gelmeye zorlayarak on binlerce li toprağı istila etmiş ve yutmuştu. Ve artık geri çekilebilecekleri bir yol kalmamıştı; çoktan uçurumun kenarına gelmişlerdi.
Eğer Dokuzuncu Cennet Kapısı onları kurtaramayacaksa, o zaman “cesaret” sloganı sadece küstahça bir laftı.
Jing Lin etrafına baktı ve yürüyen cesetlerden oluşan bu kalabalık ürpertici bakışlarla ona baktı. Ölüler ve yaşayanlar onun beyaz cübbesine ve gümüş tacına o kadar yoğun bakıyordu ki küçük hayalet kendini Jing Lin’in arkasına sakladı. Jing Lin yapışkan bir sıvıya bastı ve bakmak için gözlerini indirdi. Bu kandı.
Taş döşemelerdeki yarıklardan pis ve kokuşmuş kan damlıyordu. Cadde boyunca yere yığılmış insanlar durmaksızın kusuyor, safraları fışkırıyordu. Karınları şişene kadar şişmişti ve uzuvları, açıkta kalan derileri mor ve kırmızı renkte görünecek şekilde kabarmış gibiydi.
Cesetler bu yüksek duvarın altında yığılmıştı ama sokak köpekleri ve sineklerden eser yoktu. Jing Lin burada hiç çocuk olmadığını teyit etmek için birkaç adım ilerledi. Sanki kasıtlı olarak ortadan kaldırılmış gibiydiler; tek bir cesetleri bile yoktu.
Çocuklar nerede…
Yaşlı bir kadın aniden Jing Lin’e çarptı ve çılgınca ona vurmaya başladı. Dağınık ve pasaklıydı ve bacaklarından biri topaldı. Jing Lin’i kolundan yakaladı ve feryat etti: “Oğlum nerede? Oğlum nerede? Onu nereye götürdünüz? Onu bana geri verin!”
Jing Lin yerinden kımıldamadı. Yaşlı kadın öfkeyle Jing Lin’in kollarını yırtarken vahşi görünüyordu ve şöyle bağırdı: “Bu beyaz kıyafet! Bu beyaz kıyafetin… Dokuzuncu Cennet Kapısı! Sen…” Dizlerinin üzerine çöktü ve “Onu bana geri verin!” diye bağırdı.
“Oğlun.” Jing Lin’in boğazı düğümlendi. “Oğlunuz Dokuzuncu Cennet Kapısı’nda mı?”
“Onu götürdün.” Jing Lin’in kolunu tutup sıkıca kavrayan yaşlı kadının sesi vahşiydi. “Onu götürdün! Ona yemek vereceğini söyledin ama ben inanmadım! Bu yüzden onu güpegündüz kaçırdın!” Parmak uçlarında kir birikmişti ve aşınmış tırnakları kirli kırmızıydı. Jing Lin’in kolunun manşetini kavradı ve arkasında cila benzeri izler bıraktı.
“Nerede o?! Onu bana geri ver!”
Çılgın sesi ve acı dolu feryatları bulutlu gökyüzünü yarıyordu. Yeryüzündeki bu arafın görüntüsüyle birleştiğinde kulaklar için özellikle sarsıcıydı. Kara bulutlar gökyüzünde yuvarlanıyor ve onun çığlıklarıyla birlikte kulaklarında gümbürdüyordu. Etraftaki balmumu gibi, ifadesiz yüzler kilden kalıplanmış ve tahtadan oyulmuş heykellere benziyordu.
Ama Jing Lin bir açık bulmuş gibi görünüyordu. Gergin bir sesle sordu, “Onu kim götürdü? Buranın garnizonu mu?”
Yaşlı kadın titreyen parmağıyla Jing Lin’i işaret ederken kafası karışmıştı. “Sen! Sen osun!”
Yaşlı kadın tarafından itilip kakılan Jing Lin onu sıkıca tuttu ve aniden geri döndü.
Li Rong’u az önce göndermiş olan öğrenci, görkemli bir yemek yemek için merdivenlerin dibine oturdu. Küçük bir grup bir tavuğun etrafını sarmış, ağzından salyalar akıtıyordu. Henüz yemekten uzak durabilecekleri bir noktaya gelmemişlerdi ve ayrıca yardım olarak gönderilen tayınlarla biraz zor durumdaydılar. Bu tavuk, Dokuzuncu Cennet Kapısı’ndan ayrıldıktan sonra Li Rong’a yetişen bir görevlinin yanında getirdiği bir şeydi.
Jing Lin kapıdan içeri girer girmez öğrenciler gürültüyle ayağa kalktı. Ateşte kızaran tavuk kömürleşiyor ve damlayan yağ, sesle birlikte Adem elmalarının zonklamasına neden oluyordu. Yine de kimse kıpırdamaya cesaret edemedi.
“Efendim.” Keskin, baş öğrenci aceleyle ona doğru koştu. “Siz…”
“Kuzey cephesindeki tüm çocuklar nereye gitti?” Jing Lin doğrudan konuya girdi.
“Çocuklar mı?” Öğrenciler birbirlerine baktı. “Tarikat geçen ay bir emir yayınladı ve İmparator Cang’ın kış yaklaşırken huzursuzlanmaya başladığını söyledi, biz de küçük çocukları bir araya toplayıp tarikata gönderdik!”
“Emri kim verdi?” diye Jing Lin sordu.
“Sekizinci Genç Usta.” Öğrenci tedirgin oldu ve endişeyle şöyle dedi: “Bu emir gerçekten de aniden geldi! Her ne kadar daha önce güneyde düzenlemeler yapıldığını duymuş olsam da, tarikatın sahip olduğu çok fazla yer var. Çok sayıda çocuk toplasak bile onları koyacak yerimiz yok! Biz her zaman bu meselenin çoktan çözüldüğünü düşündük. Ama sonra Sekizinci Genç Usta emri aldı ve raporda insan istedikleri açıkça belirtiliyordu. Bu sahte olamazdı. Tarikat defalarca mektup göndererek bizi acele etmeye çağırdı. Müdahale etmememizi söyleyen Sekizinci Genç Usta, açlık çeken halktan bir grup seçti ve onlara elimizdeki tahılları verdi. Bu görev bir aydan kısa bir sürede tamamlandı. Bunda yanlış bir şey var mı?”
“Bu insan grubu nerede?”
“Onları kuzeydeki tapınağa gönderdik. Şehir şu anda o kadar kalabalık ki ayak basacak yer kalmadı. Dahası, depodaki mevcut tahıllar hepsini beslemek için yeterli değil. Sekizinci Genç Usta onlara doğru miktarda tahıl vermedi ve kapımızın önünde birkaç kez kargaşa yaratmaya geldiler.” Öğrenci Jing Lin’in bakışları altında soğuk terler döktü. Terini koluyla sildi ve daha temkinli bir şekilde cevap verdi, “Lordum, lütfen bunun için bizi suçlamayın. Gerçekten başka seçeneğimiz yoktu! Yemeğinizi yedikten sonra kardeşlerimizin tayınlarına bakın. Hepsi yerden söktüğümüz yabani otlar ve kökler. Pirincimiz çorba ve suya dönüştü. Tüm fazlalık yardım olarak dağıtıldı! İnsanlara, bize geldiklerinde tahıl vermek istesek bile verecek bir şeyimiz de kalmadı…”
Jing Lin aniden sesini yükseltti, “Önden buyur.”
Öğrenci oyalanmaya cesaret edemedi ve aceleyle cüppesini kaldırarak ona yol göstermek için kapıdan içeri girdi. Jing Lin de onu yakından takip etti. Yol boyunca öğrenci terini silmeye devam etti ve Jing Lin’e bir kez daha bakmaya cesaret edemedi. Bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunu çoktan hissetmişti. Jing Lin neredeyse buz gibi bir aura ile dolup taşıyordu ve bu aura bir bıçağın keskin kenarı gibi öğrencinin ensesine baskı yapıyordu.
Durmaya cesaret edemeyen öğrenci adımlarını hızlandırdı.
Burası biraz uzaktaydı ve eski dükkânlar kapıları ve pencereleri ardına kadar açık bir şekilde harabeye dönmüştü. İçeride yenebilecek her şey, geriye hiçbir şey kalmayana kadar yağmalanmıştı. Çatlaktaki fare yuvası bile boşaltılmıştı. Kuzey tarafına yaklaştıkça daha da kasvetli ve ıssız bir yer haline geldi. Her yer yabani otlarla kaplıydı. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu.
Öğrenci, bir adamın yarı boyundaki bereketli çimenleri çiğnedi. Harap tapınağın kapısını bir süre çaldı ama içerisi sessizdi ve hiçbir hareket belirtisi yoktu. Sırtı terden sırılsıklam olmuş halde birkaç kez seslendi.
Arkasından Jing Lin kapıyı tekmeleyerek açtı. Kapı paneli bir “güm” sesiyle çöktü ve üzerlerine bir toz bulutu yağdı.
Öğrenci boğuldu ve kolunu salladı. Jing Lin içeri girmek için çoktan eğilmişti. Öğrenci onu merdivenlerden aşağıya kadar yakından takip etti ve öksürerek, “İşte burası… Neden burada kimse yok?” dedi.
Jing Lin etrafına bakındı. Bu köhne tapınağın içinde hâlâ bir yangından arta kalan küller vardı. Buda heykelinin boyası dökülmüş ve benek benek olmuştu. Vücudunun yarısı çökmüş ve yardımsever yüzünün yarısı parçalanmış, geriye karanlığın altındaki yırtık pırtık asılı perdelerin arasında tuhaf bir kötülük hissi veren kasvetli bir gülümseme kalmıştı.
Buda heykeli ve Jing Lin birbirlerine baktılar. Dışarıda birkaç damla soğuk yağmur yağıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar yağmur damlaları şakırdamaya başladı. Tapınağın içi anormal derecede sessizdi. Jing Lin bir tür oyuncağı takdir ediyormuş gibi Buda heykeline baktı.
Öğrenci o kadar üşümüştü ki etrafına bakınırken kollarını ovuşturdu. “Belki de gitmişlerdir. Şu anda her yerde yiyecek arayan insanlar var. Biraz gücü kalanlar kesinlikle oturup ölümü beklemezler…”
Sözlerini bitiremeden, Jing Lin aniden Yan Quan’ı kınından çıkardı!
Hava bir vızıltıyla titreşti ve devasa bir hayalet tepki olarak Buda heykelinden dışarı fırladı. Hayalet yüz böğürdü ve Jing Lin’i yutmak için ağzını sonuna kadar açtı. Yan Quan berrak bir su gibi akıcı bir şekilde hareket etti. Öğrenci gözlerinin önünde beyaz bir ışık parlaması hissetti ve bir sonraki an, bir şeyin parçalanmasının “çatırtısını” duydu. Önündeki su dalgaları şeklindeki ruhani âlem katmanı tam o anda paramparça oldu. Hayalet yüz korkunç bir şekilde gerildi ve parçalanırken, Buda heykeli gök gürültüsü gibi bir gürültüyle yıkıldı.
Tüm harap tapınağın görüntüsü değişti. Öğrenci bir kez daha baktı ve ayaklarının dibinde ölü bedenler buldu! Boğazları parçalanmıştı ve gözleri öfkeli bir bakışla sabitlenmişti. Ölümün içinde trajik görünüyorlardı.
Öğrencinin yüzündeki renk soldu. Birkaç adım geri attı ve şok içinde, “Hepsi ölmüş!” diye haykırdı.
Jing Lin eğildi ve cesedin yüzünü kapatan kirli perdeyi kaldırarak şaşkınlıktan ağzı açık kalmış bir yüzü ortaya çıkardı. Tüm ölülerin dillerinin koparılmış olduğunu gördü. Her biri boğazlarını yırtıyor, tırnakları boyunlarında birkaç kan izi bırakıyordu. Boyunlarının yan tarafları kesilerek açılmıştı. Hançer o kadar keskindi ki, bu bölgeyi kesip açmak için sadece hızlı ve kolay bir kesik gerekmişti.
Bu tür bir kesim…
Jing Lin’in nefes alış verişi ağırlaştı. Kalbindeki tahmin kristalleşirken, birkaç cesedi birbiri ardına çevirdi.
Kesimin yapılış şekline bakılırsa, fail Tao Zhi’ydi! Tao Zhi doğası gereği kolay yolu seçmeye meyilliydi. Kılıç Yolu çok sert, Asura Yolu ise çok ağırdı; ikisi de ona uymuyordu. Bu yüzden Lan Hai onun için hafif ve kullanışlı bir hançer dövdü. Tao Zhi kurnazca vuruş ve saplama sanatını geliştirdi. Hamleleri aramak ve öğrenmek için bir keresinde Jing Lin’den kılıç kullanmanın karmaşık vuruşlarını basitleştirmesini ve kendisine bir hamle öğretmesini istemişti. Bu zehirli ve ölümcül vuruş, Jing Lin’in daha fazla aşina olamayacağı bir şeydi.
Tao Zhi görevini yerine getirmek için özellikle bu açlıktan ölmek üzere olan halktan insanları seçmişti. Ancak Jing Lin yarım aydır tarikatta bulunuyordu ve yeni bir üye alındığını hiç duymamıştı. O halde bu gruptaki çocuklar nereye gitmişti? Bir de güneyde gizemli bir şekilde ortadan kaybolan bir grup vardı. Zhongdu’daki tüm çocuklar nereye gitmişti?!
Gelecekte sorun çıkmasını önlemek için başkalarını bu şekilde öldürmek ve susturmak Tao Zhi’nin kötülüklerinin izlerini örtbas etme girişimiydi. Ama çocuklara ne için ihtiyacı vardı?
…….
Tao Zhi, Li Rong tarafından sürüklenerek dışarı çıkarıldı. Üzerine prangalar takılmıştı ve o kadar kötü kırbaçlanmıştı ki vücudunun her yeri kan içinde kalmıştı. Gözleri şişmiş ve kızarmıştı. Li Rong ne derse, uysalca onun dediğini yaptı. Li Rong’un peşinden giderken sinmiş, nefes almaya bile cesaret edememişti.
Li Rong onu öylece götüremezdi, bu yüzden Linlang’ı görmek istedi. Tao Zhi şimdilik boş bir avluda alıkonulduğu için serbestti ve icabına bakılmasını bekliyordu. Geçmişte burada pek çok kötülük yapmış olmasına rağmen, bol miktarda parası vardı ve her seferinde avuç avuç altın inci dağıtarak ona güvenebileceği birkaç uşak satın almıştı.
Li Rong’un yokluğunu fırsat bilen bir dalkavuk, Tao Zhi’nin zincirlerini onun için gevşetmeye koştu. Servis ettiği çay ve yaptığı masaj Tao Zhi’yi o kadar rahatlattı ki, Tao Zhi’nin ruh hali düzeldi.
“Odamda, yaralanmalar için kullanılan birinci sınıf bir ilaç şişesi var. Hemen birini gönder ve onu bana getirsin.” Tao Zhi çıplak sırtını güneşlendirmek için kanepenin üzerine yayıldı. Nefesini içine çekti ve şöyle dedi: “Li Rong, o piç kurusu! Beni gerçekten öldüresiye dövmek istiyor! Daha sonra eve döndüğümde bunu babama anlatmalıyım!”
“Sekizinci Genç Usta bu felaketten kurtulduktan sonra kesinlikle kutsanacak!” Görevli onun için kanı sildi. Kalbi o kadar acıyordu ki ayaklarını yere vurdu. “En azından siz kardeşsiniz. Bir tilki için sizi bu kadar aşağılamak zorunda mıydı?!”
Tao Zhi dudak büktü. “O her zaman Jing Lin’i kayırmıştır. Şimdi ona bir bıçak darbesi indirdiğime göre, bakalım ne yapacak! Eğer geri döndüğünde Jing Lin’in arkasına saklanma cüretini gösterirse, ona tam da Babamın önünde bir darbe indirmenin bir yolunu bulacağım. Her halükarda, rahat etmelerine izin vermeyeceğim! İmparator Cang kendini çok uzaklara saklamış olabilir ama o kötü kalpli fahişe Linlang gözlerimin önünde. Senden yapmanı istediğim şeyi yaptın mı?”
“Bunu nasıl yapmam? Senin adına öfkeni boşaltmalıyım, değil mi?!” Görevli Tao Zhi’nin kulağına, “Bu şeyden onun üzerine biraz dökersen kimse fark etmez. Ama bir kez harekete geçtiğinde çok güçlüdür. Kesinlikle onun ruhani denizini alt üst edecek ve ruhani nabzından ters yönde fışkırmasını sağlayacak! O zamana kadar yarı yarıya etkisiz hale gelecektir ve siz de ne yapmak istiyorsanız yapabilirsiniz.”
Tao Zhi gülümsedi ve yanlışlıkla ağzının köşesindeki yarayı çekti. Tısladı ve tamamen gevşedi. “Bu nasıl bir saçmalık böyle? Ben sadece birkaç kişiyle eğlendim. Onları ölmeye zorlamadım. Bunu aşağılandıkları için kendileri yaptılar! Ama tüm suç benim üzerime kaldı ve hala bunu hayatımla ödememi bekliyorlar. Bah! Bu aşağılık piçler bunu düşünmeye bile nasıl cüret ederler!”
Görevli de onunla birlikte aynı fikirde olduğunu tekrarladı. Her iki adam da dışarıdan birinin aceleyle içeri girdiğini duyana kadar bir süre küfür ettiler. Tao Zhi bunun Li Rong’un dönüşü olduğunu düşündü ve o kadar korkmuştu ki elbiselerini giymek ve prangalarına geri dönmek için ayağa fırladı. Yolun yarısına gelmişti ki kapı çarparak açıldı. Bir kez daha baktı. Bu Li Rong nasıl biriydi? Sadece sıradan bir öğrenciydi.
“Senin lanet bacaklarını kıracağım! Neden bu kadar telaşlısın?” Tao Zhi rahat bir nefes aldı ve kolunu kolundan çekti.
Yağmura yakalanan öğrenci yüzünü sildi ve şöyle bağırdı: “Sekiz yüz kilometre ötedeki işaret kulesinden acil durum raporu! Doğu tamamen düştü. Kan Denizi’nin dalgaları işaret kulesini aştı. Kötü ruhlar çoktan şehir surlarımızın hemen dışına ulaştı!”
Görevli hemen korkuya kapıldı. Masaya ve sandalyelere vurarak onları salladı ve panik içinde, “Hepsi şu anda surlarda mı?” dedi.
Tao Zhi de şok olmuştu ama endişeli değildi. Üstündeki dış giysiyi örtmek için kollarını açtı ve şöyle dedi: “Neden korkuyorsun? Şehir surları yeni yıldan önce inşa edildi. İmparator Cang’ın aşılmaz duvarlarıyla kıyaslanamayacak olsa da, yine de iki saat kadar dayanabilir. Dahası, Li Rong hâlâ burada!”
Ama görevli göğsünü döverek feryat etmeye başladı ve üzüntüyle haykırdı:
“Sevgili Genç Ustam! Nasıl unutabildiniz?! O suru inşa ettiğimizde, biraz para kazanmak için içini boş bırakmakta ısrar ettiniz! Geriye kalan tek şey boş bir duvar kabuğu! Kan Denizi’ni iki saat boyunca tutmayı unut. Dalgalar vurur vurmaz, tüm şehir yutulacak!”
Tao Zhi bir an için afalladı, sonra iğne batırılmış gibi ayağa fırladı.
Ayakkabılarını giyip dışarı fırlarken belindeki kuşağı bile bağlamamıştı.
“Neden hâlâ şaşkınlık içindesin? Çabuk kaç!”
Öğrenci Tao Zhi’yi tuttu ve şöyle dedi: “Bu olmaz! Dokuzuncu Cennet Kapısı öğrencileri Kan Denizi’ne karşı durmalı. Halkı geride bırakmamalıyız. Kaçmanız gerekiyorsa kaçın, ama bunu yapmadan önce sıradan insanları tahliye edin!”
Tao Zhi hiç düşünmeden öğrenciyi tekmeleyerek yere düşürdü.
Gömleğinin önünü düzeltti ve sinirli bir şekilde merdivenlerden aşağı atlayarak küfretti.
“Senin derdin ne lan? Onları zamanında tahliye edebilir miyiz? Bu insanlar birkaç aydır açlıktan ölüyor ve bacakları erişte gibi yumuşak! Kan Denizi saldırdığı an, ruhları acı çekmekten kurtulacak. Bırakın Kan Denizi’ni dayanabildikleri kadar dayansınlar! Bir uzun ömür tableti dikmek ve daha sonra onlara adak sunmak onlar için yapabileceğim en iyi şey!”
Bunu daha yeni söylemişti ki evin üzerinde fışkıran kan sisini gördü. Kötü ruhlar ve şeytanlar açgözlülükleri ve şeytani formlarıyla bedenlerini ileri doğru uzatarak geldiler. Duvarın yıkılması için Kan Denizi’nin dalgalanmasını beklemeye bile gerek kalmamıştı; kötü ruhların hafif bir hava üflemesiyle bile tamamen yıkılmıştı.
Kanlı dalgalar birkaç zhang yükseldikten sonra aniden aşağı çöktü. Tam o anda sokaklar kan rengine büründü. Kötü ruhlar çalkantılı dalgaların arasında yüzüyordu.
İnsanlar zaten açlıktan ölmek üzereydi. Onlar daha seslerini bile çıkaramadan, kötü ruhlar onları parçalara ayırdı.
Tao Zhi sertçe yutkundu ve küfretti, ardından avludan dışarı fırladı ve doğruca Li Rong ve Jing Lin’in atlarına yöneldi.
Yaşam ve ölümün bu kritik noktasında, kim diğerlerini umursar ki?!
Kan Denizi şehrin surlarını yuttu. Konutlar, göz açıp kapayıncaya kadar kanlı dalgaların bir parçası haline gelerek kâğıt gibi düştü. Ölümlüler yaşayan hayvanlar haline geldi. Sayısız hayat kan sisinin altında kaldı. Görevli Tao Zhi’nin peşinden koşarken açgözlü bir formla karşılaştı ve onu kan sisine doğru sürükledi. Tao Zhi’nin çoktan ata bindiğini görünce, parmaklarını uzatarak toprağı derinlemesine kazmaktan kendini alamadı ve boğuk bir sesle “Sekizinci Genç Usta, kurtarın…” diye uludu.
Açgözlü form ağzını sonuna kadar açtı ve dişlerini geçirdi. Dişlerinin arasından kan fışkırdı. İki kolunu dışarı çıkardı ve görevliyi çiğneyerek karnına indirdi. Kayıtsız bir yüz ifadesiyle Tao Zhi’ye döndü ve görevlinin feryadını taklit etti: “Sekizinci Genç Usta, kurtarın beni!”
Tao Zhi’nin tüyleri diken diken oldu. Atı acımasızca kırbaçladı ve mavimsi beyaz at acı içinde toynaklarını kaldırdı. Tasmasından kurtuldu ve diğer uca doğru hücum etti.
Açgözlülük bir anda sise dönüştü ve Tao Zhi’yi acımasızca takip etti. Tao Zhi dörtnala koşan atını mahmuzladı, sırtında kanatların çıkmasını o kadar çok istiyordu ki. İpin ucuna geldiğinde, atı ileri doğru sürerken sadece nefes nefese kalmıştı ve arkasına bakmaya cesaret edemiyordu.
“Sekizinci Genç Usta.” Fareyle oynayan bir kedi gibi, açgözlü form sisin ortasında yüzlerce insan yüzü yarattı ve inledi, “Sekizinci Genç Usta, lütfen bekleyin…”
Tao Zhi soğuk terler döktü. Beyaz dudaklarıyla rüzgâra doğru tısladı, “Kapa çeneni! Kapa çeneni!”
Açgözlü form kıkırdadı. Kemiksiz görünecek kadar yumuşak, ince bir el Tao Zhi’nin şakağına doğru uzandı. Korkunç derecede buz gibiydi. Açgözlülük formu şöyle dedi: “Eğer susmamı istiyorsan, beni yatağın içine bastır. Sekizinci Genç Usta, beni o kadar sert boğdunuz ki yüzüm mosmor oldu ve sadece gözlerimin akı göründü. Beni o kadar çok çimdikledin ki tüm vücudum kızardı ve şişti. Hoşuna gitmedi mi…”
Sesin ardından bu narin ve ince el, Tao Zhi’nin omzunun arkasını pençelemeye çalışan şişkin damarlı bir ele dönüştü. Tao Zhi’nin kulaklarında bir feryat patladı.
“Seni canavar!”
Bu el tarafından geriye doğru çekilen Tao Zhi’nin yüzündeki renk soldu. Dizginleri sıkıca çekiştirdi ve mavimsi beyaz at durduğu yere basarken korkuyla kişnedi. Tao Zhi’nin savunması dağılmıştı. Öfkeyle atı kamçıladı ve “Kaç!” diye bağırdı.
Ancak, mavimsi beyaz at ilerlemeyi reddetti. Kötü ruh Tao Zhi’nin kıyafetini çoktan parçalara ayırmış ve Tao Zhi’nin sırtı sayısız kan çizgisiyle kaplanana kadar pençelenmişti. Tao Zhi bir eliyle dizginleri çekerken, diğer elindeki hançerini kan sisini kesip biçmek için döndürdü. Açgözlü form kan sisinin içinden birkaç kolunu uzattı. Tao Zhi’nin bedenini sürükleyip çekiyorlar, sanki yemeklerini yiyormuş gibi kıvranıp kıpırdanıyorlardı. Tao Zhi’nin boğazı sıkıştı. Nefes alamıyordu.
Vücudunun yarısı kaldırılıp Kan Denizi’ne sürüklenirken bacakları atın arkasına doğru tekmeledi.
Tao Zhi umutsuzca kollarını sıktı. Biraz zorlukla, sıkılmış dişlerinin arasından bir ses çıkardı, “Ben, ben ölmek istemiyorum!”
Kan sisi ona doğru akın etti ve Tao Zhi acı içinde haykırdı.
Tam o anda, elinde uzun bir kılıç tutan beyaz cüppeli bir bulanıklık belirdi. Masmavi ışık yatay bir hareketle havayı yararak cennetin ve dünyanın ilkel kaosunu ikiye böldü. Ezici kılıç aurasının ortasında beyaz kollar dalgalanıyordu. Jing Lin kendini yukarı fırlatmak için atın üzerine bastı ve Kan Denizi’nin uçsuz bucaksız genişliği anında geri çekildi!
Kötü ruhlar anında tepki verdi ve kaçtı. Jing Lin dalgaların üzerinden sıçradı ve masmavi ışıklar birbirleriyle savaşarak doğuda şafağın sökmesi gibi kılıcından fırladı. Jing Lin sayısız gölgeyi delip geçerken sis yuvarlandı. Yan Quan, izini takip eden rüzgârla birlikte geçerken kan çekti. Göz açıp kapayıncaya kadar “güm, güm, güm” sesleri duyulmaya başladı. Beyaz cübbenin geçtiği her yere kötü ruhların başı kesilmiş, sarsılan bedenleri düştü.
Jing Lin ileri doğru bir adım attı ve Kan Denizi bir adım geri çekildi.
On binlerce insanın önünde, binlerce zhang boyundaki canavarca dalgaları kesip mühürleyen kılıcıyla tek başına duruyordu. Ayaklarının altındaki sayısız cesedin üzerine basmasına rağmen beyaz cübbesi rüzgârda dalgalanıyordu, saf ve lekesizdi.
Yüzlerce Dokuzuncu Cennet Kapısı müridi, sanki kendi güç sütunlarını bulmuşlar gibi, hep bir ağızdan diz çökerek ona secde etti. Gök gürültüsünü andıran bir haykırış havada yankılandı.
“Cesurca yaşayın ve denizle savaşmak için canımızı verin! Hepimiz Lord Lin Song’un emirlerine kulak vereceğiz!”
Jing Lin kılıcını çekti ve Tao Zhi’ye bakmak için geri döndü.
“Jiu, Jiu-ge …” Tao Zhi yere yığıldı. Yüzünü saklamak istedi ama Jing Lin’in bakışları altında hareket etmeye cesaret edemedi. Az önceki kıl payı kurtuluşundan duyduğu sevinç hiçliğe karışmıştı. “Jiu-ge!” diye bağırırken titremesine ve hıçkırmasına engel olamadı.
Jing Lin, “Ahlaklarını ve doğruluklarını terk edenlere nasıl davranılmalı?” diye sordu.
Tao Zhi bunun hayra alamet olmadığını biliyordu. Ellerini ve bacaklarını kullanarak umutsuzca geriye doğru çabaladı. “Jiu… Jiu-ge…”
Jing Lin, “Her türlü kötülüğü işleyenlere nasıl muamele edilmeli?” diye sordu.
Bu soğuk tavır karşısında yıkılan Tao Zhi başını tuttu ve sırtını duvara dayayarak şöyle dedi: “Hatalıyım! Yolumdaki hataları kabul ediyorum! Yanlış yaptım. Jiu-ge, Jiu-ge! Beni öldürme!”
Jing Lin’in kılıcı Tao Zhi’ye doğru yürürken parlıyordu.
Tao Zhi yerde felç olmuş bir şekilde oturuyordu. Jing Lin’in bacağına sarıldı ve gözyaşları içinde başını kaldırıp dehşet içinde şöyle dedi: “Jiu-ge! Sana yalvarıyorum! Jiu-ge! Bunu bir daha yapmayacağım!”
Jing Lin gözlerini indirerek Tao Zhi’ye baktı. Tao Zhi’yi daha önce hiç bu kadar dikkatle incelememişti. Tao Zhi’nin ağlamaktan şişmiş gözlerine baktı ama kulaklarında duyduğu tek şey bitmek bilmeyen küfürler ve kınamalardı. Tao Zhi’nin kirli ve lekeli beyaz cübbesine baktı ve zihninde canlanan tek şey, tarikata katıldığında kendisine söylenen tarikat kuralları oldu.
Dokuzuncu Cennet Kapısı kendini dünyaya kabul ettirirken, savaş kardeşliği arasında ün kazanmayı değil, müritlerinin “cesaretlerini” sonuna kadar kullanmalarını istemişti. Jing Lin, Tao Zhi’nin feryat ve yakarışlarına kulak tıkayabilirdi ama Tao Zhi’nin “bunu bir daha yapmayacağım” demesine göz yumamazdı.
Çünkü ikinci bir şansı hak etmiyordu.
Tao Zhi’nin pençe atan parmaklarından akan kan izleri Jing Lin’in ayakkabılarını lekeledi. Kan cübbesine sıçrayarak onu da kirletti. Tao Zhi’nin sözleri boğazında düğümlendi ve genç yüzündeki otoriter ifade iz bırakmadan kayboldu. Geriye kalan tek şey, gözlerinde Jing Lin’e karşı derin bir nefrete dönüşene kadar bilenmiş dişler gibi yırtılan acı bir kızgınlıktı.
“Sen bu…” Tao Zhi boğuk bir sesle konuştu ve iki eliyle göğsünü sıkarak kıvrıldı. Boynu sertleşti ve gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde yere yığıldı. Sonunda sözlerini tamamlayamadı.
Yan Quan kınına geri döndü. Tao Zhi’nin bedeni, yavaş yavaş çöken zeminle birlikte Kan Denizi’ne doğru kaymadan ve dalmadan önce olduğu yerde kıvrılıp kaldı. Kan sisi onu yutarken Jing Lin’in sırtına sabit bir şekilde bakarak kinle öldü.
.
.
.