Kang Il-hyun vitrinin önünde kravat seçerken Ja-kyung soyunma odasının etrafına bakındı. Soyunma odasında, bir giyim mağazasını andıran çok sayıda benzer gömlek ve pantolon vardı ve ayakkabı, kemer, kol düğmesi ve saat gibi aksesuarlar bir mağazanın yeri değiştirilmiş gibi çeşitliydi. Giysilere takıntılı olan Wang Han, burayı görseydi çıldırırdı.
Kang Il-hyun saatlere bakarken Ja-kyung’a seslendi, “Buraya gel.”
Kang Il-hyun, Ja-kyung’un kıyafetlerindeki kravatları tek tek taktı ve ona uygun olanı seçti.
“Bu daha iyi.”
Siyah kravatını çıkarıp yerine kırmızı bir kravat taktı. Düğüm atarken yaptığı el hareketleri düzgündü. Ja-kyung uzun, pürüzsüz parmaklarına baktığında, bu eliyle kaç kişiyi öldürdüğünü merak etti. Öyle olmasa bile, ondan daha az gibi görünmüyordu.
“Ne düşünüyorsun?”
Ja-kyung başını kaldırdı ve karşısındaki Il-hyun’la göz göze geldi. Parlak bir şekilde gülümsedi, bir adım geri çekildi, Ja-kyung’un görünüşünü kontrol etti ve memnuniyetle gülümsedi.
“Mükemmel.”
“Teşekkür ederim.”
Başkan Kang onu ne konuşmak için çağırmıştı? Ja-kyung telefonu aldığında, bunun sadece bir yemek daveti olmadığını hissetti. Ja-kyung’un boynundaki kravat rahatsız olmaya başlamıştı. Wang Han oyunculukta iyi olmadığını söylerken haklıydı. Oraya gittiğinde nasıl bir ifade kullanacağını bilmiyordu.
“Rahatlamış bir kalple git. Garip bir şey yok, değil mi sonuçta?”
“…..”
“Her ihtimale karşı silahını al.”
Büyük bir sorun olmayacaksa neden silahını götürsün ki? Ja-kyung kendini durduramadı, bu yüzden arkasını döndü ve fark edilmeden gitmeye çalıştı. Ancak, Kang Il-hyun kolundan tutup onu uzaklaştırdı. Kafası karışmıştı ama Il-hyun vitrine gitti ve bir kutu aldı.
Kutuyu açtığında içinden bir saat çıktı. Değeri bir milyar dolardan fazla olmasına rağmen saati Ja-kyung’a taktı. Il-hyun çizgiyi kontrol etti ve biraz büyük olup olmadığını sordu.
“Neden bir saat?”
“İçinde bir bomba var. Eğer gidip saçma sapan konuşursan patlar.”
Belki de gün boyunca kutuda Choi Ki-tae’nin kafasını gördüğü için Il-hyun’un sözleri artık şaka gibi gelmiyordu.
“Düşünüyorum da, bu da iyi bir şey. Para kaldı ve beni öldürmek isteyen kişi öldü.”
Ja-kyung saatin kilidini açmaya çalıştığında, Ja-kyun onun elini tuttu.
“Şaka yapıyorum. Bu bir hediye.”
Ja-kyung’un kaşlarından biri çarpık bir şekilde kalktı.
“Gün içinde aldığım hediyeden zaten memnundum.”
Bunu samimiyet bile göstermeyen bir tonda söylemişti ama Il-hyun’un gözleri güzelce kıvrılmıştı. Choi Ki-tae’nin ölümünden memnun olduğunu duymak gerçekten bu kadar iyi hissettiriyor muydu? Il-hyun eliyle yanağına dokunmak isterken, Ja-kyung bir adım geri atarak onu savuşturdu. Kang Il-hyun ileri atıldı ve Ja-kyung arkasındaki ayna yüzünden daha fazla hareket edemedi.
Il-hyun’un yanaklarına dokunan elleri boynundan, omuzlarından ve göğsünden aşağı iniyordu. Ja-kyung, zaten ağrıyan meme uçlarına dokunduğunda ona sertçe vurdu. Kang Il-hyun daha sonra kendi kendine sessizce güldü.
“Hassaslaştın mı?”
Bu söz üzerine Ja-kyung öfkesini kaybetmedi ve güldü.
“Hepsi senin sayende. Beni bir köpek gibi o kadar çok ısırdın ki yırtıldı.”
“Meme uçlarından mı bahsediyorsun? Ben senin duygularından bahsediyordum.”
“……..”
“İstersen başka bir yeri de yırtabilirim.”
Ja-kyung, Il-hyun’un kalçasına dokunan elini zorla aşağı indirirken gülümsemeye zorladı. Aklında, Kang Il-hyun’u kafasından vurarak parçalamak vardı. Ama Kang Il-hyun bir işverendi. Ve bu 15 milyon dolarlık, VVIP.
Başlangıçta bu komisyon bittikten sonra arkasına bakmadan kaçmak niyetindeydi, ancak daha fazla araştırma yaptıktan sonra, bugün olduğu gibi büyük miktarda para ödediği sürece bir sonraki talepte bulunursa onunla bir veya iki kez daha uğraşmaya hazırdı. Tabii ki şartı, cesedinin talep edilmemesiydi.
Ja-kyung bir süre önce taktığı saati kontrol etti.
“Gitme vakti geldi. Şimdi gidiyorum.”
Başını kaldırdığında dudakları birbirine değdi. Ja-kyung onu itecekti ama vazgeçti ve bakışlarını tavana kaldırdı. Sonra Il-hyun’un eli tekrar vücudunu yokladı. Sadece yan tarafına dokunulmasına katlanmaya çalıştı ama kıçını sıkıca kavradığında Ja-kyung daha fazla dayanamadı ve omzunu itti.
Kang Il-hyun, Ja-kyung’un ters bakışlarına rağmen gülümsedi ve elinin tersiyle dudaklarını sildi.
“Yüzün neden kırmızı? Hoşuna mı gidiyor?”
Hoşuna mı gitti yoksa kızdı mı anlayamadığı için psikopat olduğu belliydi.
“Hayır. Dürüst olmak gerekirse, şimdiye kadar yaşadığım en kötü öpücüktü.”
Ja-kyung onu kötü hissettirmek için söylemişti ama sanki işe yaramış gibi gözleri doldu.
“İmkânı yok.”
“Bu doğru. Sertleşmiş sikimi soğuttuğunu mu söylemeliyim?”
“Kontrol edebiliriz.”
Il-hyun ona yapışmıştı, bu yüzden onu itti ve soyunma odasından çıktı. Park Tae-soo oturma odasından ona baktı. Ja-kyung sebepsiz yere sinirlenmişti, bu yüzden bilerek merdivenlere yüksek sesle bastı ve yukarı çıktı.
……..
Ja-kyung görevlilerden su istedikten sonra Başkan Kang’ı çalışma odasında bekledi. Yemek boyunca hiçbir şey söylemedi. Ancak, Ja-kyung zehirli olmasından korktuğu için yemeğe kolayca dokunamadı ve Başkan Kang ve Seok-joo yemeğe başlayana kadar yemek çubuklarını kaldıramadı.
Çalışma odasında gergin bir şekilde otururken zaman su gibi akıp geçti. Oturma odasındakinin aksine, duvarda oldukça eski görünen bir aile resmi vardı. Kang Il-hyun’u bulmak zor değildi. Şu an olduğundan çok daha genç görünüyordu ve fotoğrafının çekilmesini istemediğini belli eden bir yüzü vardı.
O etrafına bakınırken kapı açıldı ve Başkan Kang elinde bir bastonla içeri girdi. Bir personel onu takip etti, çayı önüne koydu ve uzaklaştı. Başkan Kang kalın bir puro çıkardı ve oturur oturmaz yaktı.
“Yemeğini beğendin mi?”
“Evet… Çok lezzetliydi.”
“Beğenmene sevindim. Sigara içmek ister misin?”
“Hayır… Böyle iyiyim.”
Dostça bir gülümseme yaydı.
“Aslında, vücudun için iyi olmayan şeyleri öğrenmenin ne anlamı var? Sigarayı bırakmak benim için gerçekten zor.”
“Evet… haha.”
“İnsanların ne kadar aptal olduğunu bilmiyorum. Bilsem bile bundan kaçınamam.”
Ja-kyung sessiz kaldı.
“Müdür Kang ile yaşamak rahatsız edici değil mi?”
“Geçen sefer de söylediğim gibi, Müdür bana karşı çok iyi…”
“Buna sevindim. Eğer rahat etmezsen büyükbabandan utanırım.”
Bunu düşünüp düşünmediğini merak etti. Çünkü insan yaşlandıkça daha şüpheci oluyordu.
Her ne ise, şimdilik içeriden biriymiş gibi davranmalıydı. Birkaç hikâye anlattı. Zhang Yi An’ın babasından büyükbabası Zhang Myung’un ilişkisine kadar.
Onlar hâlâ gülümseyip uygun şekilde cevap verirken içeri bir sekreter girdi. Gözlüklü genç bir adamdı ve mutsuz bir hava yayıyordu.
“Çelenk ne olacak?”
“Evet, bugün göndereceğim.”
“Ona iyi bak. Seok-joo’nun arkadaşı, o yüzden üzülmüyorum.”
“Bu doğru.”
Başkan Kang, adam veda edip gittikten sonra Ja-kyung’a baktı.
“Onu tanıyor musun? Adı Choi Ki-tae. Seok-joo ile birlikte takılırken görmüş olmalısın.”
Ja-kyung başını salladı, “Evet.”
“Bugün ofiste ölü bulundu. Kim olduğunu bilmiyorum ama kafasını kesip almış.”
Başkan Kang dilini şaklattı ve dünyanın sonunun geldiğini belirtti. Ja-kyung söyleyecek bir şey bulamadı. Sessizce yapıldığını varsayıyordu ama Il-hyun’un gövdeyi ofiste bırakacağını hiç düşünmemişti. Biraz şaşkın bir ifadeyle sorduğunda, Başkan Kang üzüntüsünü dile getirdi.
“Çok gençti, bu çok kötü.”
“Haklısınız.”
“Bu korkunç bir dünya. Böyle davranmamalısın.”
Çay fincanını tutan el durdu. Ja-kyung dönüp Başkan Kang’a baktı. Gülümsedi ve elindeki puroyla kül tablasına vurdu. Duman yükseldi ve ateş söndü. Ja-kyung onun bunu söylerken ne düşündüğünü merak etti.
“Böyle kötü bir şeyi kim yapmış olabilir?”
Başkan Kang dikkatle Ja-kyung’a baktı. Ja-kyung bu bakışlardan kaçmaya çalışmadı. Gözlerini olabildiğince gevşetti ve masum Zhang Yi An gibi davranarak ona bir soru sordu. Kim bu kötü adam? Başkan Kang iyi adam imajına geri döndü, kutuyu açtı ve Ja-kyung’a bir şeker uzattı.
“Bilmiyorum. Ama bir gün duyduğum bir söz var.”
“……”
Ja-kyung’a bakarken, her kelimeyi sanki kemiklerine kazınmış gibi yavaşça söyledi.
“Bana zarar vermeyeceğine inandığım insanlar var. Ben onlara ceset diyorum.”
Masanın altında kenetlenmiş eller daha da güçlendi. Başkan Kang gülümsedi ve bu sözü ona kimin söylediğini bilip bilmediğini sordu. Ja-kyung cevap veremedi.
Başkan Kang çay fincanını eline aldı ve çayın tadını çıkardı.
“Bugünlerde Müdür Kang ile çok fazla gizli zaman geçiriyor gibisin.”
Sanki her şeyi biliyormuş gibi doğrudan bir soruydu bu. Evde çalışanlar arasında bir casus mu vardı? Ağzını kapalı tuttu ve hiçbir şey söylemedi. Başkan Kang çay fincanını yere bıraktı ve garip bir şekilde gülümsedi.
“Çok fazla güvenme. Kim olursa olsun.”
Gülümsemesi Kang Il-hyun’a o kadar benziyordu ki, onun babası olduğunu anladı.
…..
Elindeki kahve fincanından buhar çıktı. Gökyüzü bütün öğleden sonra karanlıktı ve sanki gökyüzünde bir delik varmış gibi yağmur yağmaya başlamıştı. Il-hyun’un pencereden dışarı bakan gözleri de o gökyüzünü andırıyordu. Ana binada bulunan Başkan Kang’ın sesi bir taraftaki hoparlörden duyuluyordu.
[“Bana zarar vermeyeceğine inandığım insanlar var, ben onlara ceset diyorum.]
“Sözlerimi çalıyor.”
Il-hyun, Başkan Kang ile pervasızca alay etti. Bir keresinde Başkan Kang’a böyle demişti. Lee Ja-kyung hoparlörde son derece sessizdi. Bu koşullar altında onun için doğaldı.
[Çok fazla inanma. Kim olusa olsun.]
Il-hyun hoparlörü kapattı ve kanepeye doğru yürüdü. Park Tae-soo çoktan oturmuştu. Başkan Kang’a Kang Il-hyun ve Zhang Yi An’ın birlikte yemek yediğini söyleyen oydu. Başkan Kang, Zhang Yi An’ı hemen evine davet etti. Yemek sadece bir bahaneydi ve muhtemelen aklında şüpheler filizleniyordu.
“İyi olacak mısın? Başkan senden şüphe etmeye başlayacak.”
Il-hyun sigara içerken mutlu bir şekilde gülümsedi.
“Keşke öyle olsa. Bu şekilde bir hamle yapar, değil mi?”
Başkan Kang gizli bir anlaşma yaparak bir kiralık katil tuttu ve kanıtlar temizlendi. Sadece vurulmak yeterli değildi. Il-hun, Başkan Kang’ın kendisini öldürmeye çalıştığına dair ek kanıtlar bulmalıydı. Bunu yapmak için tedirgin zihnini kullanmalıydı. Takip edildiğinizde kalbiniz sabırsızlanır ve acelesi olanlar hata yapma eğilimindedir.
.
.
.
Saatin içinde dinleme cihazı var muhtemelen seme beyden daha aşağısını beklemezdim 🥹