Ah Yi bir ağacın üzerine tünemişti ki aniden gece gökyüzünün parlak ışıklarla dolduğunu gördü. Kız kardeşi olduğunu o zaman anlamıştı. Jiaolong’u görmedi ve kız kardeşinin onu bulup eve götürmeye geldiğini düşündü.
Böylece daldan atladı ve saklanmak için karın içine girdi. Toprağa gömülürken kuyruğunu yukarı kaldırması hem komik hem de garipti çünkü kuyruğu Cang Ji tarafından çoktan çıplak bırakılmıştı.
Ah Yi kuşları uyandırdığında koşuyordu. Dağ ormanı ruhlarının kıs kıs güldüğünü duyabiliyordu, bu yüzden sert bir tavır takındı ve onları sertçe azarladı. “Kim o? Bir daha kim gülerse, gözlerini oyup dilini keseceğim!”
Ama ruhlar etrafındaki her yerdeydi, ağaçların ve karın içinde saklanıyorlardı. Kahkahaları artınca Ah Yi öfkeyle sıçradı, sanki çırılçıplak soyulmuş ve herkesin görmesi için sergileniyormuş gibi hissetti. Hem öfkeli hem de kırgındı ve kızgınlıkla şöyle dedi: “Gülmeyin! Gülmeye izniniz yok!”
Ah Yi o kadar aşağılanmış ve Cang Ji’ye karşı o kadar nefret doluydu ki onun derisini canlı canlı yüzmek istiyordu. Öfkesi onu tüketti ve arkasını dönerek Jing Lin’in bahçesine gidip Cang Ji’yi sürükleyerek dışarı çıkarmak ve onu feci şekilde dövmek niyetindeydi.
Ancak daha birkaç adım atmıştı ki, altındaki yer sarsıldı ve dağ eğildi. Dağ havada uçuşan kuşlarla doluydu. Kız kardeşinin hâlâ dağın tepesinde olmasından endişelenerek oraya koştu.
Bir yaban domuzu dışarı fırladı. Ah Yi’den zamanında kaçamayan yaban domuzu onu devirdi ve koşmaya devam ederken sırtının üzerine yuvarlanmasına neden oldu. Yaban domuzunun sırtına yığılan Ah Yi o kadar çok savruldu ki her yeri darmadağın oldu.
“Kör müsün sen?! Ölmek mi istiyorsun?!” Ah Yi boynunu büktü ve küfretti.
“Öleceğiz!” Yaban domuzu çılgınca bir telaşla başını eğerken nefes nefese kaldı. “Hai Jiao dağı deviriyor! Eğer şimdi kaçmazsak, öleceğiz!”
“O sadece bir Jiao, ejderha bile değil. Neden korkuyorsun ki?” Ah Yi rahatlamış hissetti. “Bu Doğu Denizi’nden sorumlu Jiao. Masumlara zarar vermez. Büyük ihtimalle sadece bu dağda devriye geziyordur. Hey, Ah Jie’mi gördün mü?”
“Onu gördüm. Onu gördüm! Can Li Tanrısı’nın kanat çırpışları gözlerimi çok acıttı!” Yaban domuzu dağın eteklerine doğru çılgınca koştu.
Ah Yi yukarı baktı ve gülümsedi. İki kanadını da açarak kendini beğenmiş bir şekilde, “Bu doğal. Çünkü benim Ah Jie’m…”
Ah Yi sözlerini bitiremeden bir kar fırtınası yanından geçip kanatlarını sıyırdı. Ah Yi bir çınlama sesi duydu ve bakır bir çan düştü.
Ah Yi ona baktı ve “Başkasının çanını çalarak ne yapıyorsun?” diye sordu.
Xue Mei toparlandı; yüzünün yarısı çoktan yok olmuştu. Yüzünü sakladı ve sadece bir gözünü gösterdi. Korkuyla Ah Yi’ye baktı ve kendini gülümsemeye zorladı. “Rüzgârla uçup gitti. Kimse onu istemedi. Ben de oynamak için aldım.”
“O kadar eğlenceli mi?” Ah Yi alay etti. “O zaman bana hediye et. Ben de onunla oynayacağım. Şimdi, defol.”
Xue Mei aniden yüzünün vahşice görünen yarısını ortaya çıkardı ve Ah Yi’nin gözlerine bakarak ona yalvarmaya başladı: “Yüzlerce yıldır dışarı çıkmadan burada kaldım. Bir oyuncak bulmak benim için kolay olmadı. Lütfen bende kalmasına izin ver.”
Ah Yi bakır çanı salladı, “Kırık bir çanın nesi bu kadar ilginç? Sana inanacağımı mı sanıyorsun?”
Xue Mei’nin gözlerinin derinliklerinde bir ürperti vardı ve sesi sanki hıçkıra hıçkıra ağlıyormuş gibi çıkıyordu. “El atamayacağın ne hazinesi var ki? Can sıkıntımı gidermek için sadece bir çan istiyorum. Onu bile benden almak mı istiyorsun?”
Ah Yi’nin sesi tizleşti. “Almak mı? Hah! Bir sakatın kırık çanı kimin umurunda? Parasını versen bile istemiyorum! Bu da ne, gerçekten onu senden kaptığımı söyledin! O zaman daha fazlasını vermeyeceğim, ne yapabilirsin?! Defol!”
Xue Mei’nin kötü niyetli aurası, onu ele geçirmek için hareket ederken belirgindi. “Onu bana geri ver!”
Ah Yi’nin vücudunda Fu Li tarafından yapılmış, hayaletleri ve iblisleri ondan uzak tutan bir mühür vardı. Ah Yi, Xue Mei’nin kendisine saldırma cüretini gördüğünde, Cang Ji’ye olan tüm nefretini Xue Mei’nin üzerine boşalttı ve onu tekmeledi. Xue Mei ona biraz daha yaklaşmıştı ki Ah Yi’nin beş renkli tüyleri tarafından haşlandı ve acı içinde çığlık atmasına neden oldu.
“Kör müsün sen?! Bunun için benimle kavga etmeye cüret mi ediyorsun?!”
Xue Mei ağlayan bir kadın gibi inledi. Ah Yi gücünü göstermek için yaban domuzunun sırtından atladı ve tüylerini kibirli bir şekilde sergilerken Xue Mei’nin etrafında volta attı.
“Hatanı kabul ediyor musun?! Şimdi de benden mi korkuyorsun?! Eğer diz çöküp merhamet dilenirsen sana vurmam.” Ah Yi pençeleriyle Xue Mei’nin üzerine bastı. “Acele et! Yoksa bu gece burada ruhun bile kalmadan öleceksin.”
Xue Mei daha da kederli bir şekilde ağladı. Ah Yi bile dinlemeye devam edemedi. Başına sarıldı ve “Ağlamayı kes!” diye bağırdı.
“Onu geri ver…” Bu bir hüsnükuruntu olsa da, Xue Mei ısrar etti. “Onu bana geri ver.”
“Kırık bir çana neden bu kadar taktın?” Ah Yi’nin kafası karışmıştı. “Onunla bir geçmişin olabilir mi?”
Xue Mei bir an için tek kelime etmeden ağladı. Ah Yi telaşlandı. “Ama bu belli ki Jing Lin’e ait. Sakın bana ona kin beslediğini söyleme. Eğer durum buysa, neden hâlâ onu istiyorsun? Eğer bu bir kin değilse, oh-” Ah Yi kararlı bir şekilde devam etti. “Onunla geçmişte bir aşk ilişkiniz olduğu için mi? Ben de neden başkalarını değil de seni buraya hapsettiğini merak ediyordum. Şimdi anladım! Şimdi anladım! O zaman bana boyun eğmene gerek yok. Söyle bana, Jing Lin…”
Ah Yi henüz heyecanla sıçramamıştı ki çevredeki hayvanlar bir kargaşa içinde dağıldı. İlk kaçan yaban domuzu oldu ve koşarken “Kaçın! Kaçın!” diye böğürdü.
“Kaçmak mı?” Ah Yi hâlâ Xue Mei’nin üzerine basıyordu ve boş boş sordu, “Ne için kaçıyorsunuz?!”
Ah Yi herkes gittiğinde bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Xue Mei yerde hareketsiz yatarken ağlamayı da kesmişti. Bu durum Ah Yi’nin tüylerini ürpertti ve birkaç adım geri çekildi. Kimsenin ona bakmadığını görünce kaçmak için arkasını döndü. Daha birkaç adım atmıştı ki birinin onu kanatlarından tutup kaldıracağını kim tahmin edebilirdi ki?
Ah Yi hazırlıksız yakalanmıştı. Aynı anda durumu anladı ve Xue Mei’ye kızgınlıkla, “Beni yakalamak için bir insan çağırmaya cüret mi ediyorsun?” dedi.
Xue Mei’nin neden bir kadın gibi ağladığını merak ediyordu; demek ki tüm bunlar bir insanı cezbetmek için bir oyundu. Çoktan dağın eteklerine varmışlardı ve birkaç mil içinde insan yerleşimine dair işaretler vardı.
Dağlardaki garip karışıklıklar muhtemelen onları ürkütmüştü ve bu muhtemelen hazine avlamak için kaostan yararlanan biriydi. Ah Yi kanatlarını çırpamıyordu çünkü biri onu kanatlarından tutup kaldırmış ve bir çuvala doldurmuştu. Ah Yi şu anda kinle doluydu ama kimden nefret edeceğini bilmiyordu! Ah Jie’si onu orijinal formuna hapsetmişti ve insanlarla karşılaştığında sıradan bir kuştan farkı kalmıyordu. Eğer kaçamazsa, geriye kalan tek şey son bir çırpınış yapmaktı.
“Bu çanı mı istiyorsun? Tamam!” Ah Yi çuvalın içinde yuvarlanırken bakır çanı sıkıca tuttu. O kadar öfkeliydi ki kahkahayı patlattı ve küçümseyerek şöyle dedi: “Bunu aklından bile geçirme! Eğer beni götürselerdi, onun için de kaçış olmazdı. Jing Lin’in emri olmadan, bu dağdan bu hayatta asla ayrılamazsın! Bu senin için nasıl? Onu bir daha asla göremeyeceksin!”
Xue Mei’nin kendisini ona doğru fırlattığını ve karın hışırtılı bir sesle kaydığını duydu. “Onu bana geri ver!”
Çuvalı sürükleyen adam sadece soğuk rüzgârın kendisine saldırdığını hissedebiliyor ve soğuktan titriyordu. Daha fazla oyalanmak istemedi ve Ah Yi’yi de yanına alarak dönüp gitti.
“Humph! Hak ettiğini buldun!” Ah Yi çanı salladı. “Onu asla göremeyeceksin.”
Xue Mei sanki gerçekten üzgünmüş gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Jing Lin batıya doğru baktı. Gece kapkaranlıktı ve görüş alanı karla kaplıydı. Hiçbir şey göremiyordu. Fu Li bir kenarda duruyordu, garip bir his onu rahatsız ediyordu. Çünkü Jing Lin’in komutası altındayken, onu hiç kimseyle bu kadar samimi görmemişti.
Jing Lin’in yakın arkadaşı sayılabilecek Lord Sha Ge, Li Rong bile Jing Lin’den en fazla bir fincan çay almıştı. Cang Ji’nin doğası gereği kötü olduğunu düşünüyordu ama Jing Lin’in hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeylerden hâlâ emin değilken düşüncesizce konuşmaya cesaret edemiyordu. Artık Jing Lin’in teveccühünü ve güvenini kaybettiğinden, gereğinden fazla müdahalede bulunmaya cesaret edemiyordu.
Bu endişe tam da Cang Ji’nin umduğu şeydi.
“Gidebilirsin.” Bakır çanın uzaklaştığını hisseden Jing Lin’in yüzündeki çatık kaşlar daha da derinleşti. Etrafta daha fazla kalmak istemiyordu.
Fu Li yanıt olarak secde etti ve komutu aldıktan sonra onu sorgulamaya bile cesaret edemeden geri çekildi. Elini sallayarak bahçeyi floresan ışıktan bir noktaya dönüştürdü ve gökyüzüne yükselirken onu da beraberinde götürdü.
“Artık sadece sen ve ben kaldık. Bizi rahatsız edecek kimse yok.” Cang Ji şöyle dedi. “Her gün bu kadar itaatkâr olursan çok fazla enerji tasarrufu yaparım.”
Jing Lin söyledi, “Elini çek.”
Cang Ji’nin avuç içi Jing Lin’in sırtını kuyruk sokumuna kadar okşuyor, ara sıra sırtını dikkatle yoklarken değişen miktarlarda güç uygulayarak yoğuruyordu. “Demek bir insanın sırtına dokunmak böyle bir hismiş. Aslında senin de yumuşak noktaların var.”
Jing Lin’in doğal olarak yumuşak noktaları vardı; derisinin her yeri yumuşaktı. Cang Ji bunun farkındaydı ama Jing Lin’i avucuyla bizzat değerlendirmek istiyordu. Jing Lin’in utançtan öfkeden deliye dönmesi onun için bir kayıp değildi. Cang Ji destek olmak için kolunu Jing Lin’in belinin yumuşaklığına doladığında bile Jing Lin’in ifadesiz kalması üzücüydü.
“Tek yapman gereken yere uzanmak.” dedi Jing Lin, “Ben de vücudunda daha yumuşak bir yer bulmana yardım edeceğim!”
“Tek yaptığım sana sarılmaktı, Jing Lin. Neden bana karşı bu kadar hiddetlisin? Hâlâ panik içindeyim. Çok korkuyorum.” Cang Ji arkasına baktı ve Jiaolong’un bulutların arasında kayboluşunu izledi. “Bakır çan nerede?”
Jing Lin cevap verdi, “Batıya doğru gidiyor.”
Cang Ji olduğu yerde kaldı. Batı’nın Zhongdu’da her türden ruhun kaynaştığı müreffeh ve hareketli bir bölge olduğunu biliyordu. Bir anlık tereddütü korkudan değil, artıları ve eksileri tarttığından kaynaklanıyordu.
Eğer Jing Lin’i burada yutarsa, Jing Lin tamamen kendisine kalacaktı. Ancak Batı’ya gittiğinde, Jing Lin’in etine ve kanına başka birinin de göz dikip dikmeyeceğini bilemeyecekti. Jing Lin’i başkalarıyla paylaşmak niyetinde değildi; bu, yiyeceğini koruma içgüdüsünden kaynaklanıyordu.
Jing Lin onu açıkça gördü ve alaycı bir şekilde konuştu, “Madem seni korkutuyor, neden beni şimdi yemiyorsun? Daha az xiulian uygulamak hiç yoktan iyidir.”
“Gerçekten çok düşüncelisin.” Cang Ji’nin kaşları gevşedi ve kasvet kayboldu, “Yola çıkmadan önce, neyle karşılaşırsak karşılaşalım, sana dokunmalarına izin verme. Doğam gereği yüce gönüllü ve cömert olsam da yemek konusunda çok titizimdir. Karnıma indirmek istediklerimin saçının bir telinin bile eksik olmasına tahammül edemem.”
“Bugün ben balık etiyim*.”(tahtadaki et kolay lokma anlamında) dedi Jing Lin. “Bana bıçağın ne yapacağını söylemenin bir anlamı yok.”
“Başka bir şekilde anlatalım.” Cang Ji, Jing Lin’in yanaklarını sıktı ve yavaşça şöyle dedi. “Şu anda xiulian uyguluyorum ve artık yemek için aç olduğum bir noktadayım. Her kim balığımı kapmaya cüret ederse, ona faiziyle geri ödetirim. Sana bir kez dokunurlarsa, bir kez hissederlerse veya bir kez ısırırlarsa, iblis veya ölümlü olmalarına bakmaksızın hepsini çiğneyip yutacağım. Ama birine dokunursan, kaçma şansını değerlendirmek istersen. Jing Lin.” Cang Ji başını eğdi, gözleri hırçındı. “O zaman seni geri sürüklerim, başkalarının tatması için kanının bir damlasını bile dökmeden seni santim santim parçalarım. Bir daha asla ayrılmamak üzere tek vücut oluruz.”
“Günlerdir yol arkadaşıyız.” Jing Lin ona bir çocuğa bakar gibi baktı. “Ve aslında senin ne kadar naif ve sevimli olduğunu hiç keşfetmemiştim.”
Bir insan ya da balık gibi görünmüyordu; açıkça bir canavar gibiydi. Hırslı ve doyumsuz. İnatçı ve dik kafalı. Numara yapmakta ustaydı ama aptal ve kalın kafalıydı. Sanki Jing Lin bir aynaya bakıyor ve aynada kendini görüyordu.
“Neden mütevazı olasın ki? Sen de bunun farkındasın. Beni sadece bilerek şımartıyorsun.” Cang Ji elini bıraktı ve sordu. “Peki, nasıl oldu? Ben bu hale gelene kadar beni besleyen sendin. İstediğin bu muydu? Tatmin oldun mu?”
Jing Lin cevap vermedi ve Cang Ji dağın eteklerine doğru sıçradı. Jing Lin’in cübbesinin kolları rüzgârda dalgalanıyordu ve masmavi rengi kaynak suyu gibiydi, Cang Ji’yi içine çekiyordu. İkisi de yükselip alçalırken birbirlerine bağımlı görünüyorlardı ve yine de ikisi de sessizdi.
Cang Ji peşinden batıya gitti. Ensesinde bir ağırlık hissetti ve küçük taş figür dışarı fırladı. Cang Ji bir kahkaha patlattı, Jing Lin’i gördüğü zamankinden daha sevecendi.
“Öldüğünü ve bir daha asla uyanamayacağını sanmıştım.”
Nedendir bilinmez, küçük taş figür ona birkaç kez yumruk attı. Yumruklardan etkilenmeyen Cang Ji kendini hafifçe salladı ve küçük taş figür yuvarlanarak Jing Lin’in koluna düştü. Cang Ji, Jing Lin’e baktığında onun yine gözlerini kapattığını gördü. Kendi kendine homurdandı ve düşündü:
O her zaman böyle. Bazen gerçekten onu ısırarak öldürmek istiyorum.
Bu düşünceyle küçük taş figüre, “Sadece bir taş parçası olmana rağmen, yaşayan bir insandan çok daha sıcaksın!” dedi.
Jing Lin onu duymamış gibi görünüyordu. Küçük taş figür Jing Lin’in göğsüne oturdu ve aşağı baktı.
Cang Ji, “Seni övmeme rağmen mutlu değilsin. Taşlar bu kadar aptal mı? Sen de efendin gibisin; tıpkı bir…”
Küçük taş figür Cang Ji’ye kafa attı. Cang Ji öksürdü ve henüz söyleyemediği sözleri yutkunarak neredeyse yüz üstü karın içine düşecekti.
.
.
.
Ya bunlar neden bu kadar güzeller 🥹