Küçük taş figür ona cevap vermedi ve sadece gözlerini kapatıp kollarını iki yanına sarkıtarak hareketsiz kaldı. Cang Ji onu ne kadar sarsarsa sarssın, onu görmezden geldi. Başka çaresi kalmayan Cang Ji pes etti ve Jing Lin’e bakmak için geri döndü.
Cang Ji, “Başlangıçta konuşabiliyor muydu?” diye sordu.
Jing Lin’in baş dönmesi geçmişti. Düzgün bir ses tonuyla, “Belki.” diye cevap verdi.
Cang Ji küçük taş figürü kolunun içine soktu ve Jing Lin’i ölçmek için geri çekildi. “Bu senin dublörün olamaz, değil mi?” diye sordu.
Jing Lin etkilenmemiş ve sakindi,
“Eğer öyle olduğunu düşünüyorsan, öyledir.”
Aksine, Cang Ji kararsızdı. Çünkü küçük taş figür ve kendisi silah arkadaşı sayılabilirdi. Ah Yi’nin tüylerini birlikte yolmakla kalmamışlar, Hai Jiao Zong Yin’le dövüşü sırasında Jing Lin’in parmaklarını kemirmesine yardım etmek için güçlerini birleştirmişlerdi bile… O kadar çok kötülük yapmışlardı ki Cang Ji, Jing Lin’in yüzünü taş figürün üzerine aktaramadı. Ama anlaşılmaz bir şekilde kendini suçlu hissetti ve bir an için Jing Lin’i dikkatle inceledi.
Yaz sıcağı ilk kez kendini göstermişti ama Jing Lin güneşin altında durmasına rağmen hiç terlememişti, “Bakır çan batıya doğru gidiyor. Biz ters yönde yürüyoruz.”
Jing Lin onu kolundan tutup diğer tarafa doğru götürmek için elini kaldırdığında Cang Ji’nin şüpheleri henüz giderilmemişti. Cang Ji yürümeye devam etti ve bu fırsatı değerlendirerek sordu: “Eğer bu gerçekten senin dublörünse, o zaman gece gündüz beni izlemek için onu kullanıyorsun demektir. Hey, sakın beni de yemeye niyetli olduğunu söyleme?”
Jing Lin tedirgin olmadan, “Evet.” diye cevap verdi.
Cang Ji sordu, “Bunca zamandır bir sürü fırsatın oldu ama hiç harekete geçtiğini görmedim. Neden peki?”
Jing Lin, “Yaşlı adamların dişleri seni kemirmek için çok zayıf.” dedi.
Cang Ji onu tekrar kavradı ve tehditkâr bir şekilde sordu, “Beni kandırıyor musun?”
Jing Lin’in her zamanki gibi cevap vermesini kim bekleyebilirdi ki? “Evet.”
Jing Lin karşısında şaşkına dönen Cang Ji ona bir daha sormamaya karar verdi, çünkü onun sözlerindeki gerçekle yalanı ayırt edemiyordu. Yine de Jing Lin balıklara sataşmakta o kadar ustaydı ki kendini durduramadı.
Her ikisi de kuzeydeki dağlardan ayrılıp batıya doğru yol aldılar. Yol boyunca Zhongdu’nun ünlü noktalarından geçerek nehre doğru ilerlediler. Cang Ji suda yiğit bir general olmasına rağmen, teknede öylesine mide bulantısı yaşadı ki kusma ve ishal nöbetleri geçirdi.
Cang Ji kolunu yere sarkıtarak kanepeye yığıldı. Uyuyup uyumadığından emin olamayan teknedeki hizmetçi leğeni yanına götürdü ve ensesindeki teri sildi.
Cang Ji boğuk bir sesle, “Nerede o?” diye sordu.
Küçük uşak gençti ama kıvrak zekâlıydı. Bu soruyu duyar duymaz Cang Ji’nin kimi sorduğunu hemen anladı. Mendilini temizledi ve cevap verdi, “Genç efendi ‘Ting Yuan Fang’a gitti. Gitmeden önce bana akşam yemeği hazırlamamamı söyledi. Korkarım ancak gece dönecek.”
Cang Ji kolunu geri çekti ve sırt üstü yatmak için yuvarlandı, “Ne kadar kalpsizsin. Ben burada yarı ölüyüm ama o hâlâ başkalarıyla eğlenmeye gidiyor. Eve bile dönmedi!”
Küçük hizmetçi aceleyle konuştu, “Genç efendi, uygun bir zamanda yiyebilmeniz için size yulaf lapası ayırması için birini gönderdi.”
Cang Ji dudak büktü, “Beni birkaç tencere yulaf lapasıyla başından kovmak istiyor.” Yorganı dürdü ve ayağa kalktı, “Ting Yuan Fang’da ne yapılır? Şarap mı içerler? Çay mı yudumlarlar?”
Genç hizmetçi kekeledi.
Cang Ji ayağa kalktı ve soğuk gözlerle ona baktı, “Beni kandırma.”
Genç hizmetçi soğuk terler döktü ve “Bu Xijiang’ın fahişesi You Xiangwan’ın zevk teknesi. Her bahar ve yaz, Ting Yuan Fang nehirde yelken açardı. Her yerden tanınmış bilginler edebi bir buluşma için davet edilirdi. Her yıl görkemli olurdu ve sıradan insanların girmesi yasaktı. Bu Lady You bir genelevde doğmuş olmasına rağmen yetenekli. Onun misafiri olacak kadar nitelikli olanlar çoğunlukla dünyanın dört bir yanından gelen ünlü akademisyenler ve yeteneklerdir. Gemiyi defalarca ziyaret ettiklerini gördüm. Hanımefendi teknenin yanından geçerken onu seçmiş olmalısınız.”
Cang Ji tam ağzını açacaktı ki başının döndüğünü hissetti. Bir fahişenin ne olduğunu bilmese bile, yine de az çok tahmin edebiliyordu.
Hizmetçi bunu görünce düşüncesizce şöyle dedi, “Genç efendi dışarı çıkamayacak kadar hasta olduğunuzu söyledi. Tek yapmanız gereken onun dönmesini beklemek. Eğer biraz soluklanmak için tekneden ayrılmak istiyorsanız, önce yulaf lapasını yemelisiniz.”
Cang Ji’nin midesi “lapa” kelimesini duyar duymaz çalkalandı. Hizmetçiye el sallayarak dışarı çıkmasını işaret etti. Hizmetçi kapının dışında sadece bir an beklemişti ki Cang Ji’nin biriyle konuştuğunu duydu.
Cang Ji küçük taş figürün yanaklarını sıktı, “Konuş! Bugünlerde neyle meşgul? Çanı yakalamaya gittiğini sanıyordum. Meğer kadın aramaya gitmiş. ”
Taş figür o günden beri çok daha itaatkâr olmuştu. Kanepeye oturdu ve Cang Ji’nin onu çimdiklemesine izin verdi. Her neyse, taşlar sağlamdı. Sıkıştırılmaktan korkmuyordu.
Cang Ji tekrar sordu, “Neden kadın arıyor?”
Küçük taş figür gözlerini kırpıştırdı, sanki hiçbir fikri yokmuş gibi görünüyordu.
Cang Ji birdenbire ona yakınlaştı. Küçük taş figürü okşadı ve burnunun ucuna yaklaştırdı, “Dost olmamıza rağmen, daha önce hiç samimi olmadık. Jing Lin bugün buralarda olmadığına göre, birbirimize yakınlaşma fırsatını değerlendirebiliriz. Kıyafetlerin neredeyse yırtık pırtık. Neden değiştirmiyoruz?”
Cang Ji’nin ifadesindeki değişikliği gören küçük taş figür, işlerin kendisi için pek de iyiye gitmediğini anladı ve kaçmak için arkasını dönüp ayağa kalktı. Yataktan atlayamadan, Cang Ji onu yakasından tutup geri çekti. Avuçlarını ovuşturdu, onu soymak istiyordu. Taş figür teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Cang Ji bir parmağıyla bel kemerini kancaladı. İç giysisini çekiştirdi ve yüzünü örtmek için kollarını kaldırdı. Cang Ji’nin avuçlarının arasında ağlamak üzereymiş gibi görünüyordu.
Cang Ji parmağıyla çim tacına bir fiske vurdu, “Senin Jing Lin olduğundan şüpheliyim!”
Jing Lin nasıl böyle bir ifade takınabilirdi ki? Çok acınası görünüyordu.
Taş figür gözyaşlarını siliyor gibiydi.
Cang Ji başını yaklaştırdı ve “Sadece takılıyordum…” dedi.
Konuşmasını bitiremeden, küçük taş figür ona yumruk atmak için elini kaldırdı ve zaten deniz tutmuş olan Cang Ji’yi hazırlıksız yakaladı. Önündeki dünya bulanıklaşırken, taş figürün yavaşça kemerini bağladığını ve otururken sırtını düzelttiğini belli belirsiz gördü.
Jing Lin bir an için fincanı tuttu. Yanındaki hizmetçi onu şarabı içmeye çağırdı. Jing Lin kadehi yere bıraktı. Bakışlarını çeşitli insanlar arasında gezdirdi ve sonunda geveze cariyelerden oluşan kalabalığın arasında mavi bir cüppe giymiş, çekingen bir genç adam buldu.
“Sorabilir miyim?” Soylu Genç Efendi Jing Lin şeftali çiçeği gözlerini kaydırarak hizmetçinin yüzünde hafif bir dalgalanma yarattı, “Kim o?”
Hizmetçi farklı yüzler görmeye alışkın olsa da böylesine muhteşem bir yüz karşısında savunmasızdı. Dizlerini hafifçe oynattı ve Jing Lin’e fısıldadı, “Genç Efendi’ye cevap vermek gerekirse, bu Dongxiang’dan Saygıdeğer Chu. İlk adı Lun’un tek bir karakteridir. Kendisi bu yılın listesindeki yeni en iyi akademisyen. Lord Chu gençliğinden beri Dongxiang’da iyi tanınmaktadır. Ulusal sınavdaki denemesi İmparator tarafından muhteşem bir eser olarak övüldü. Bu yıl Hanlin*’in yeni yıldızı o.”
(Sarayda bilgin veya danışman olmak için girilen sınav)
Jing Lin ince parmaklarını masanın kenarına vururken bir an düşündü. Sonra gülümsedi, “Bu gece, “Çifte Yuan” toplanıp göz kamaştıracak. Ama Lord Chu burada olduğu için muhtemelen bu gece Xiangwan’ı göremeyeceğim.”
Hizmetçi gülümseyerek karşılık verdi, “Genç Efendi, neden kendinizi küçümsüyorsunuz? Hanımefendi günlerdir sizi bekliyor.”
Ne yazık ki Jing Lin’in gözü sadece Chu Lun’daydı. Keskin işitme duyusuyla, adamın hareketleriyle birlikte sallanan bakır çanı duyabiliyordu. Tam daha dikkatli bakacaktı ki sol kulağında bir sıcaklık hissetti.
Cang Ji kulağının içine konuşuyor gibiydi, “Yolu göster. Jing Lin’i aramaya gidiyoruz. Eğer onu bulabilirsen, geçmişi geçmişte bırakacağım.”
“Genç Efendi kendini sıcak hissediyorsa, biraz temiz hava almanız için sizi dışarı çıkarabilirim.” Hizmetçi, Jing Lin’in kulaklarının sıcaktan kızarmış olduğunu gördü.
Jing Lin onu geri çevirdi ve şarabı içmek için ayağa kalktı. Sonra kadehi yeniden doldurdu ve Chu Lun’a doğru yürüdü.
Bu yeni üst düzey bilgin duydukları gibi değildi; hatta biraz çekingen ve utangaçtı. Genç adam sırtını bir ok gibi dik tutarak dik oturuyordu. Nedense bu duruş rahatsız edici görünüyordu. Hâlâ kadeh kaldırmayı nasıl reddedeceğini bilmiyordu ve şimdi o kadar çok içmişti ki iki yanağı da kızarmıştı.
Jing Lin, Chu Lun’un önüne doğru ilerledi. Chu Lun, Jing Lin’i görünce beklenmedik bir şekilde dehşete kapıldı. Gölgelerin altındaki figürüyle Jing Lin kaşlarını çattı.
Jing Lin’in kaşlarını çattığını gören Chu Lun’un dizlerinin bağı çözüldü. Hatta geriye doğru sarsılarak koltuğu yan tarafına devirdi. Jing Lin’e giderek artan bir panikle baktı. Sonra, nedense kollarıyla yüzünü kapattı ve telaşla, “Şarap başıma vurdu, o yüzden, o yüzden, o yüzden, ben gidiyorum!” dedi.
Jing Lin şarap kadehini masanın üzerine bıraktı ve “Sayın Yargıç solgun görünüyorsun!” dedi.
“Biraz önce dışarıda hafif bir üşüme hissettim.” Jing Lin, Chu Lun’un korkudan aklını kaçırmasına neden oldu. Hizmetçiyi yanına çekti ve neredeyse hıçkıran bir ses tonuyla ona yalvardı, “Bu hanımefendiyi bana yol göstermesi, yol göstermesi, yol göstermesi için rahatsız edebilir miyim…”
Jing Lin elini uzattı, “Sana liderlik etmeye hazırım, Sayın Yargıç.” dedi.
Chu Lun o kadar korkmuştu ki hıçkırdı. “Ben, ben, ben buna cüret edemem!” dedi.
Bununla birlikte, tırmandı ve kaçtı. Bir grup hizmetçi ona yardım etmek için etrafına toplanırken, diğerleri sarhoş olduğu için ona sadece güldüler. Chu Lun kendini kalabalığın arasından kurtaramadığı için içerledi. Boğulmakta olan bir karacı gibi çırpındı ve debelendi. Yapması gereken tek şey “bırakın beni” diye bağırmaktı!
Jing Lin, Chu Lun’un omzuna sert bir el koydu ve onu yatıştırdı, “Sakin ol, Sayın Yargıç. Ben sana yol göstereceğim.”
Bu dokunuş üzerine Chu Lun beklenmedik bir şekilde yere yığıldı. Dişlerini gıcırdatarak Jing Lin’i işaret etti. Sonra da aceleci davrandığını fark etmiş gibi parmağını ısırdı. Gözyaşları yüzünden aşağı aktı.
“Lordum, Lordum, Lordum…” Chu Lun ağladı. “Lütfen beni bağışlayın!”
Jing Lin’in ifadesi okunamaz haldeydi. Hizmetçiler kıs kıs güldü. Gürültüyü duyan You Xiangwan dışarı çıktı, Chu Lun’a yardım etti ve nazik bir ses tonuyla konuştu, “Sayın Yargıç sarhoş. Bu Donghai’li Genç Efendi Jing. ”
Chu Lun sanki You Xiangwan’ın kollarının altına saklanmak üzereymiş gibi görünüyordu. O kadar korkmuştu ki, konuşması anlaşılmaz ve tutarsızdı, “O Lin, Lin, Lin, Lin…”
Chu Lun adını söylemeye cesaret edemedi, bu yüzden sadece başını kucakladı ve feryat etti. Ziyafetteki herkes onu komik ve saçma buldu. Yaşam ile ölüm arasındaki sınırda sallanıp durduğunu kim bilebilirdi ki? Tek bir dikkatsiz hareketinde, kurtulma umudu olmaksızın ebedi lanetlenmeye mahkûm olacaktı.
Jing Lin hamlesini yapmak istedi. Biri içeri atlarken ziyafet salonundaki şeffaf kumaşın rüzgârda dalgalanmasını beklemiyordu. Biri onu arkadan kucakladığında Jing Lin sırtından ağır bir şekilde yere düştü. Chu Lun bu fırsatı değerlendirerek parmaklıkların üzerinden takla attı ve kendini suya attı.
Jing Lin kenara yaklaşırken sendeledi, “Bırak beni!”
Cang Ji onu sıkıca kavradı ve sert bir sesle, “Yine nereye kaçıyorsun?” dedi.
Cang Ji sözlerini tamamlayamadan Jing Lin’in bedeninin devrildiğini hissetti. Döndü ve onu geri götürmek için bir adım attı. Ancak sallanmaktan midesi bulandığı için bunun yerine boş havaya bastı ve Jing Lin’le birlikte suya atladı. Kadınların kaotik çığlıkları su dalgalarıyla birlikte yankılanırken tekneden alarm çığlıkları yükseldi.
Cang Ji suya girdiği anda kendini çok rahat hissetti. Jing Lin’e tutunarak tekneden uzaklaştı ve tenha bir noktada sudan çıktı. Her ikisi de sırılsıklam olmuştu. Jing Lin’e sarılarak suyun içinde sığ bir noktaya doğru ilerledi. Ancak kıyıya çıkmak yerine, Jing Lin’i sık salkım söğütlerin altında suyun içinde köşeye sıkıştırdı.
“Karşılıklı on adımdan fazla uzaklaşma.” Cang Ji ışık saçan ipliği Jing Lin’in bileğine birkaç kez doladı ve elini önüne çekti, “Ve yine de başka bir adamla kaçmak mı istiyorsun?”
Nehir o kadar soğuktu ki Jing Lin’in yüzü bembeyaz kesildi, “Bakır çan yakınlarda ama sen onu bıraktın.”
“O zaman bırak gitsin. Benden kaçamazsın.”
Jing Lin ince, soğuk dudaklarını büzdü ve Cang Ji’ye baktı. Sonra aniden iki parmağıyla Cang Ji’nin çenesini sıktı ve kendisine doğru çekti.
“Eğer kaçmak isteseydim, önce seni güveçte pişirirdim. Birkaç gün boyunca nehir tutup kustuktan sonra, beynini de mi bir yere kustun? Eğer hâlâ ayılmadıysan, sana yardım edeceğim. ”
Cang Ji onun buz gibi sesiyle bastırıldı. Jing Lin’in bileğini kavradı ve şöyle dedi: “Burada sayısız büyük iblis var. Her biri kokunu alabilir! Sen kaçmaya vakit bulamadan seni çoktan katletmiş olurlar. Ve sen şu anki durumuna bakarak hâlâ saçmalamaya cesaret edebiliyor musun?”
Cang Ji, Jing Lin’i o kadar sert kavradı ki Jing Lin’in bileği acıdı. İkisi de pes etmeden karşı karşıya geldi. Cang Ji ani bir öfkeye kapıldı. Başını Jing Lin’inkine bastırdı, “Kalbin cennetten daha yüce olsa bile, şu anda kafesteki bir kuştan başka bir şey değilsin!”
Alınlarının arasındaki su damlacıkları tek bir noktaya damladı. Cang Ji, Jing Lin’in gözlerindeki öfkenin, fırtınalı bir dalganın sakinleşmesi gibi gerilediğini kendi gözleriyle izledi. Islak saçları boynuna yapışmıştı. Boynunu kırmak için güç kullanmasına bile gerek yoktu ve avucundaki bilek kırılganın da ötesindeydi. Cang Ji’nin gözünde Jing Lin giderek hem çelişkili hem de anlaşılması zor bir adam haline geliyordu. Başkaları Lord Lin Song’u ne kadar her şeye gücü yeten biri olarak gösterirse göstersin, o Cang Ji’nin ellerinde her zaman bu kadar kırılgandı.
Birbirlerini hiç anlamıyorlardı. Sanki iki farklı dünyada yaşıyorlardı. Jing Lin ne Cang Ji’nin geçmişini hatırlıyordu ne de Cang Ji, Jing Lin’in geçmişini iyi biliyordu. Aralarındaki tek bağ “yutmak” kelimesiydi. Cang Ji’nin Jing Lin’in etini ve kanını yutması ve Jing Lin, Cang Ji’nin sıcaklığı.
Her birinin kendi ihtiyaçları vardı. Her birinin kendi art niyetleri vardı.
Cang Ji, Jing Lin’in şöyle dediğini duydu.
“Bu iyi bir nokta.”
Jing Lin parmaklarını gevşetti ve elini Cang Ji’nin avucundan ayırdı. Arkasını döndü ve kıyıya çıktı. Cang Ji onun arkasında ensesine baktı ve gençliğinde nasıl yaralarla kaplı olduğunu hatırladı. Şimdi de sırtındaki yara izlerini hatırladı. Her birinin hiç bilmediği bir hikâyesi vardı. Hepsi de ayrılmaz bir şekilde Jing Lin’e bağlıydı. Yüzlerce yıl boyunca, Jing Lin’in hâlâ sıcaklığı olan bir insandan olmayan birine nasıl dönüştüğüne tanık olmuşlardı.
Fakat Cang Ji onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
Hayatında ilk kez, Jing Lin’i yese bile bir olamayacaklarını, hele hele birbirlerinden asla ayrılamayacaklarını anlamıştı. Jing Lin onu baştan çıkarmıştı ama bu arzular ona hâlâ yabancıydı. Böylesine bilinçsiz bir baştan çıkarma Cang Ji’ye duygularının yoğunluğu için hiçbir çıkış yolu bırakmıyordu. Bunu ne anlayabiliyor ne de çözebiliyordu.
Cang Ji’nin avuç içi yavaş yavaş soğudu. Uzun bir süre suyun içinde durdu. Gözleri Jing Lin’in sırtını takip ederken bakışları kayıtsızdı.
Ama yanılmıyordu.
Jing Lin’i arzulaması yanlış değildi.
.
.
.
Yeni bir karakterimiz geldi bu bölüm Chu Lun kendisi çiftimize sadık biri🫰