Wang Lun adındaki bu adam Lee Ja-kyung ile oldukça samimi görünüyordu. Fotoğrafların çoğu silahlara aitti ama Lee Ja-kyung’un da birkaç fotoğrafı vardı. Cildi bir yıl içinde güneş yanığı olmuştu ve onunla birlikte olduğu zamanların aksine parlak bir şekilde gülümsüyordu. Daha önce görmediği bir yüzdü bu.
Fotoğrafları karıştırmakta olan Il-hyun bir an durdu. Lee Ja-kyung’un yanındaki gülümseyen kadın, daha önce videoda gördüğü kadındı. Il-hyun elinde telefonuyla inleyen Wang Lun’a yaklaştı ve kafasını kaldırması için saçından tuttu.
“Kim bu kadın?”
Yaralı Wang Lun derin bir nefes aldı, Sasha’nın yüzünün resmine baktı ve sonra tekrar Kang Il-hyun’a döndü.
“Lee Ja-kyung ile ilişkisi nedir?”
Wang Lun cevap vermeyince, Il-hyun kesik parmağını onun gözlerinin önünde salladı.
“Bütün parmaklarının kesilmesini istemiyorsan, bana söylesen iyi edersin.”
Wang Lun ona ters ters baktı ve dişlerini gıcırdattı.
“Bir şey olduğu yok.”
“Hmm.” Il-hyun gözlerini kıstı. Sonra fotoğraflara tekrar göz gezdirdi ve birlikte çekilmiş fotoğrafları olmasına rağmen pek de yakın görünmüyorlardı. Peki ama birlikte çıplak ne yapıyorlardı? Şimdi düşününce, kadının bir şeyler giydiği anlaşılıyordu. Garip bir şekilde öfkelendi. Lee Ja-kyung’a baktıktan sonra, fotoğraftaki diz çökmüş adama baktı.
“O zaman seninle ilişkisi nedir?”
Wang Lun cevap vermek yerine çenesini kapalı tuttu ve ona ters ters baktı.
“Patron musun?”
En hafif tabirle, dövüş becerileri Lee Ja-kyung’unki kadar iyi değildi. İyi bir güce sahip olduğunu kabul ediyordu ama bıçak kullanmada berbattı.
“Abi.”
Il-hyun homurdandı, “Kardeşi gibi konuşuyorsun.”
Wang Lun hemen kabul etti.
“Gülme. Biz gerçek kardeşiz.”
Yukarıdan aşağıya ya da aşağıdan yukarıya nereye bakarsa baksın Lee Ja-kyung’la hiçbir benzerliği yoktu. Il-hyun’un kaşları çatıldı. Birden Lee Ja-kyung’un ondan bahsettiğini hatırladı. Ona her şeyi anlatmamıştı ama Wang adında bir adam onu Çin’e götürmüş ve evlatlık oğlu olarak yetiştirmişti. Kan kardeşinden daha yakın olan insanlar var. Düşündüm de, bu adamın adının Wang Lun olduğunu söylemiş miydi?
Wang Lun derin derin düşünürken nefesi kesildi ve Il-hyun’a sertçe baktı.
“İntikamına benimle son ver. Kardeşime dokunma!”
Yüzündeki ifade gerçekti. Il-hyun dilini şaklattı ve Park Tae-soo’yu çağırdı. Sonra kopan parmağı ona fırlattı.
“Onu hastaneye götür ve diktir.”
“Ne?”
Tae-soo’nun gözleri hafifçe büyüdü. Bu onu şaşırtmıştı çünkü daha önce hiç kimsenin parmaklarını, kopmuş olsalar bile, yerine takması istenmemişti. Il-hyun kendini alçaltarak Wang Lun’un önüne oturdu ve astlarına parmağını koymak için bir zarf hazırlamalarını emretti. Ardından cebinden bir mendil çıkardı ve Wang Lun’un alnındaki kanı sildi. Wang Lun irkilerek kendini geriye attı ve Il-hyun nazikçe gülümsedi.
“Keşke bana onun kardeşi olduğunu söyleseydin.”
Wang Lun, Kang Il-hyun’a ters ters baktı. Wang Lun, ağzının etrafındaki kanı silmeye çalışan Il-hyun’un ellerini itti. Il-hyun’un parmağını ısırıp kopardığı zamankinden bile daha fazla tüyleri diken diken olmuştu. Bu deli piç ne yapıyordu? Wang Lun bunun gülmekten hoşlandığı için mi yoksa onu öldürmeyi planladığı için mi olduğunu anlayamadı.
Şimdiye kadar her türlü şeyi görmüştü ama böyle bir insanı ilk kez görüyordu. Lee Ja-kyung’un bu deli piç yüzünden neden küfrettiğini ve titrediğini anlayabiliyordu. Wang Lun kısa süre sonra Il-hyun’un adamları tarafından kaldırılıp arabaya bindirildi.
Wang Lun’u taşıyan araba ayrıldıktan sonra Il-hyun dikkatini telefondaki Lee Ja-kyung’a verdi. Onun dişleri görünen gülümseyen yüzünü ilk kez görüyordu. Ja-kyung onu her gördüğünde zorla gülümser ya da gülerdi.
Hastane yatağında yattığı ilk günlerde, Ja-kyung yakalanırsa onu parçalayarak öldüreceğini söyleyerek dişlerini gıcırdatmıştı. Ancak, öldürme arzusu yavaş yavaş başka bir şeye dönüştü. Bu, onun yakalanmasının kolay olacağına dair yanlış inancıydı. Ja-kyung kaçarken nadiren iz bırakıyordu ve zaman geçtikçe Il-hyun tedirgin olmaya başlamıştı. Onu sonsuza dek özleyip özlemeyeceğini merak ediyordu.
Ama bugün onu bir kadınla takılırken görmek Il-hyun’da onu tekrar öldürme isteği uyandırdı. Bunu gerçekten nasıl açıklayabilirdi? Usulca içini çekti, telefonu aldı ve arabaya doğru yürüdü. Doğru, o yakışıklı yüzü bizzat gördüğünde anlayacaktı. Onu parçalamak için ya da değil.
…..
“Japonya’ya gelmeni sadece o mu söyledi?”
Ja-kyung, Wang Han’ın sorusuna yanıt olarak başını salladı. Japonya’da olması gereken Wang Lun’un neden Kore’ye gittiğini anlayabiliyordu. Sevgilisi Kore’ye dönmeden önce bir süre burada kalmıştı, bu yüzden onu görmeye gitmiş olmalıydı. Wang Han’a gerçeği söylemeye dayanamadı, bu yüzden yalan söyledi ve onu bir süreliğine Japonya’yı ziyaret etmeye davet ettiğini söyledi.
“Beni dışlayarak mı gideceksin?”
“Japonlar beni şahsen görmek istediklerini söylediler.”
Wang Lun bir yakuza kodamanıyla görüşmek için Japonya’ya gitmişti ve Ja-kyung onu görmek istedikleri yalanını söyledi. Wang Han onu aramadığı için üzgündü ama Ja-kyung hemen sözlerini ekledi, “Bu, ben yokken Rita ile biraz samimi zaman geçirebileceğin anlamına gelmez mi?”
Wang Han çenesine dokundu ve hala bu konuda endişeliydi, ardından Wang Lun’un numarasını çevirdi. Ja-kyung onu durdurmaya çalıştı ama o arama yapması gerektiğini söyledi. Neyse ki telefon bağlanmadı. Rahat bir nefes aldı ve eşyalarını toplamaya başladı.
“Peki ya uçak bileti?”
“Neyse ki hâlâ biraz yer kalmış.”
“Seni havaalanına götüreyim.”
“Hayır. Taksiye binebilirim.”
Ja-kyung karmaşık duygularını gizleyerek gülümsedi. Bavulları paketleyen eli giderek daha aceleci olmaya başladı. Ekranda Kang Il-hyun’un şeytana benzeyen yüzünü gördüğünde, olabildiğince hızlı gitmekten başka çaresi yoktu. Wang Lun’u tamamen yutmadan önce. Deli adamın o şekilde kalacağı belliydi.
“Keşke seninle gelebilseydim.”
Wang Han sonuna kadar hayal kırıklığına uğramıştı. Suşi yemek ve gece Tokyo’yu görmek istediğini belirtti. Ama dürüst olmak gerekirse, gitmesine engel olacaktı. İlk üç kişi çalışmaya başladığında bir söz verilmişti.
Eğer bir kişi yakalanır ve diğer ikisinin tehlikeye girmesine neden olursa, işi bırakacaktı. Eğer benzer bir şey olursa, ilk uzaklaşan Wang Han olacaktı. Ayrıca, bunun olması tamamen onun hatasıydı. Bu yüzden sorumluluğu üstlenmek zorundaydı.
O gün bacakları yerine kafasının havaya uçmasını tercih ederdi. Gecikmiş bir pişmanlıkla eşyalarını topladı. Wang Lun’a zarar vermeden önce Kang Il-hyun’u bulmalıydı.
…….
Uçakla 6 buçuk saatte vardığı Kore’de hava, Kuala Lumpur’a kıyasla daha yapışkan ve nemliydi. Hafta sonu olduğu için havaalanı kalabalıktı. Ja-kyung bir taksiye binerek Wang Lun’un Kore’deyken işlettiği araba merkezine gitti.
Taksiyi merkezin önünde durdurdu ve etrafına bakındı ama hiçbir şey fark etmedi. Ücreti ödedikten sonra taksiden indi ve binaya yaklaştı. Sahibi araba merkezini uzun süredir boş bırakmıştı ve bakımsızlığın izleri orada burada görülüyordu.
Kilidin kodunu girmek için geri döndüğünde kendini karanlık bir odada buldu. İçeri dönüp ışığı açtıktan sonra kutuyu açtı ama aradığı silahı hiçbir yerde bulamadı. Wang Lun buradan ayrılmadan önce her şeyi organize etmiş gibi görünüyordu.
Her yeri aradıktan sonra sadece bir av tüfeği ve bir bıçak bulmayı başardı. Mermiyi doldurdu, aldı ve geri döndü. Binanın yanında panjurlu ve kilitli bir depo duruyordu. Ja-kyung kilidi vurarak kırdı, ardından kepengi kaldırdı ve içeri girdi.
Deponun içinde daha önce gördüğüne benzer bir motosiklet buldu. Yakındaki bir kutudan anahtarı aldı ve GPS izleyiciyi etkinleştirdi. Her ihtimale karşı her cep telefonuna bir takip cihazı taktırmıştı ama bu şekilde kullanılacağını hiç düşünmemişti.
Etkinleştirildiğinde, uydu haritası ve Wang Lun’un konumunun yanında kırmızı bir nokta belirdi. Kang Il-hyun’la birlikte olup olmayacağından emin değildi ama oraya vardığında hayatta olmasını umuyordu. Kırmızı nokta şimdi bir yerlerde hareket ediyordu.
Kang Il-hyun ona evine gelmesini söylemişti ama orada onu bekleyen bir tuzak olabilirdi. Sayısal avantajı varsa önce o saldırmalıydı. Ja-kyung kaskını taktı. Motosikletini depodan çıkarırken karanlık gökyüzünden bir iki damla yağmur düştü.
Lanet olsun. Hava bile yardımcı olmuyor. Üzerine tırmandı, motoru çalıştırdı ve takip cihazının gösterdiği yöne doğru hızla ilerlemeye başladı. Motosiklet yağmurda bir aşağı bir yukarı hızlanıyor, arabaların arasından geçiyordu.
Ja-kyung, Wang Lun’un konumunun giderek yaklaştığını fark ettiğinde yaklaşık 40 dakikadır sürüyordu. Kang Il-hyun’un eski evine doğru gidiyordu. Önünde tanıdık bir araba olduğunu fark etti. Ağır renkli arabanın içinde bir şey göremiyordu ama Kang Il-hyun’a ait olduğu açıktı. Yavaşladı ve onu takip etti, ancak ıssız bir yere girdiğinde ilerledi ve önünü kesti.
Araba durduğunda, Ja-kyung motosikletten indi ve kaskını çıkardı. Sonra sırtında taşıdığı pompalı tüfeğin emniyet kilidini açtı ve arabaya doğrulttu. Yağmur damlaları başına düştü, kaşlarını ıslattı, yanaklarından ve çenesinden aşağı aktı.
Siyah araba sadece sileceklerini oynattı ve yerinden kımıldamadı.
.
.
.
Dımtıs dımtıs