Jean Erhardt, bir hafta sonra Veliaht Prens Maximilian Joachim ile tekrar karşılaştı. Arşidük Robert Joachim’in verdiği bir partiye katılmıştı.
Maximilian, Grandük’ün bahçesinin bir köşesinde darmadağın bir halde yatıyordu. Jean, onun yapraklarla keçeleşmiş kızıl saçlarına baktı. Şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Veliaht prensin üstündeki adam Jean’in varlığından habersizmiş gibi pantolonunun yarısını çıkarmıştı.
“Ah hayır olamaz.”
Maximilian aceleyle giysilerini toplarken kendi kendine mırıldandı ve adamın kaçışını izledi. Yeleği çıkmıştı ve gömleğinin yakası buruşmuştu ama yine de playboy’undan daha iyi durumdaydı.
“……Özür dilerim.”
Jean bir anlık duraksamadan sonra konuştu. Gözlerini kısan Maximilian, Jean’i incelemek için yerinden bile kalkmamıştı. Jean gözlerini indirdi. Az önce şapkasıyla yüzünü kapatmıştı ve Maximilian başını çevirirken bir “ahhh” demeseydi oradan uzaklaşacaktı.
Maximilian söyledi, “Erhardt’ın Mi-Dong’u.”(Mi Dong : sübyan erkek fahişe)
Jean sanki olduğu yerde donmuş gibi durdu ve yavaşça arkasını döndü. Maximilian, vücudunun üst kısmını yarı kaldırmış yatıyordu. Bir kolu, bir tablodaki kadın gibi yere dayanmıştı.
“Öyle değil mi?” diye sordu. Sanki bahçedeki yapraklar battaniyesi, toprak da yatağı olmuş gibi doğal görünüyordu. Boynunda hafif bir öpücük izi kalmıştı.
Jean cevap vermedi, diğer adamın az önceki kabalığının ciddiyetsizlikten ya da masumiyetten kaynaklanmadığını sonradan fark etti.
Kaba görünmemek için çok çaba sarf etmek zorunda kaldı, “…… Şakayı çok ileri götürüyorsunuz.”
Maximilian sırıttı. Ayağa kalktı ve giysilerinin tozunu aldı.
“Şaka mı?”
Jean’e doğru bir adım attı, yakın bir adım. Jean’in ağzı açık kaldı.
“Bunun bir şaka olduğunu kim söyledi?”
Maximilian elini Jean’in yeleğinin üzerine koydu. V şeklindeki göğüs kafesinin hemen üzerindeydi. Parmak uçları yavaşça gömleğinin iç kısmına dokundu. Maximilian’ın parmakları içeri kaydı. Jean onun elini tuttu. Maximilian yavaşça elini çekti.
“Oh, hayır.”
Ama Maximilian’ın parmakları çoktan yeleğinin içine girmiş ve onu sıkmaya başlamıştı.
“Ölmeye hazır olmadığın sürece bir imparatorluk ailesi üyesinin bedenine dokunmazsın.”
Jean gözlerini kırpıştırdı. Böyle bir kural vardı ama en azından yakın zamana kadar sıkı sıkıya takip edilen türden bir kural değildi. Ama Maximilian şimdi bu konuda konuşmak istiyorsa, konuşacak bir şey yoktu. Joachim düklüğü düşüşteydi ve bunu kanıtlamak istercesine insanları kolayca ve anlamsız nedenlerle öldürüyordu. Jean’in ağzı açık kaldı ve sonra Maximilian kahkahayı bastı.
Maximilian elini yeleğinden çekerek, “Şaka, şaka.” dedi. Parmakları Jean’in çenesinin ucuna dokundu. Sigara kokusu hafifçe üzerine sinmişti.
Jean hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı. Kabalığı için özür dilemek için iyi bir zamandı ama kalbinde ne olduğunu öğrenecekse bunu yapmak istemiyordu. Birden Maximilian’ın yüzü burnunun dibine kadar geldi. Hiçbir uyarı olmadan gözleri buluştu. Bir hafta önce gördüğü aynı soluk kül rengi gözler ona bakıyordu. Sanki arıyormuş gibi.
Jean bakışlarını kaçırmadı, onu taklit ederek rakibinin yüzünü taradı. En hafif tabirle yakışıklıydı. Küçük yüzündeki birbirine yakın hatlar sanki bir ressam tarafından çizilmiş gibiydi; yumuşak, etkileyici olmayan hatlardan oluşan bir suluboya.
Wickham’ın dünkü sözlerini hatırladı: ilaç, renkli iplik ve…….
Sanat yapacağını söylüyor ama yatak arkadaşını oturtup çıplak vücudunun resmini yapıyor.
Sanatın kibri içinde yaşayan bir kralcı.
Sanatı küçümsüyor.
Jean gözlerini indirdi.
“Bu on yıl önceydi.”
Göz ucuyla Jean’i izleyen Maximilian gerindi. Ayakta dimdik durduğunda Jean’ın boyundaydı.
“Düşes Erhardt’ın eskiden yanında gezdirdiği bir Mi-Dong* vardı.”
Bahçe sadece avizelerin ışığı, pencerelerden süzülen ay ışığı ve Maximilian’ın giysilerindeki elmaslardan gelen küçük parıltılarla aydınlanıyordu. Yüz ifadesini gizlemek zor olmadı; söylediklerini reddetmedi ya da yalanlamadı.
“Saçları altın iplikle örülmüş ve gözleri safir renginde olan genç bir kızın Akademi’ye hatırı sayılır bir ücret karşılığında getirildiğini ve o kadar güzel olduğunu duydum ki, şimdi rahmetli olan o zamanki oğul Dük Erhard onu gösteriş yapmak için Akademi’ye getirirmiş. Ona en güzel kıyafetlerini giydirir, saçlarını parfümlü yağlarla yağlar ve ziyafetler verirmiş. Çok nadiren.”
“…….”
“Acaba kaç kişi Mi-Dong’u on yıl önce kendi evinin çocuğu bile değilken hatırlar ve şimdi bu yüzü genç bir adam olarak tanır…….”
Maximilian sözünü yarıda kesti. Tekrar Jean’a baktı ve sonra arkasını döndü. Yüzünü Jean’a döndü. Geriye doğru bir adım attığında Grandük’ün malikânesinin ışığı azalıp çoğalıyordu. Jean kıpırdamadan durdu, onu takip edemiyordu. Beklenmedik saldırı karşısında kafası sarsıldı. Maximilian’ın niyeti bilinmiyordu. Bu sırada Maximilian yavaşça uzaklaşıyordu. Doğrudan Jean’e bakarak, sırtı ona dönük bir şekilde geriye doğru eğlenceli bir adım attı.
“Majesteleri!”
Rakibinin yüzü bir kadının el aynası büyüklüğüne gelene kadar Jean’ın aklı başına gelmedi ve Maximilian’ın peşinden koşmaya başladı. Jean hızla yürüyordu. Yapraklar ayaklarının altında çıtırdıyordu. Sanki kendi çığlığı gibiydi.
“Majesteleri, bir dakika…….”
Yaklaştığında Maximilian umursamazca yürüyor, önüne bakıyordu. Tekrar tekrar “Majesteleri” diye seslendi ama onu duymadı. Hizmetkârlarından birkaçı etrafında dikilmiş, sabırsız görünüyordu.
“Hmm.”
Düşünürken Maximilian aniden arkasını döndü.
“Dük Erhardt.”
Jean durdu, koştuğu için biraz nefes nefese kalmıştı. Maximilian ağzını açtı.
“Sana bir fincan çay ikram etmek isterim.”
Beklenmedik ve kötü bir zamandı ama Maximilian kayıtsızca konuştu. Sanki az önce yaptığı konuşmayı tamamen unutmuş gibiydi.
“Yarın öğlen, sarayda. Ne dersin?”
Jean bir an cevap vermedi. Konuyu bu kadar gelişigüzel, bu kadar aniden, bu kadar zahmetsizce değiştiren adam konuşmaya bu kadar hâkimken, çenesini hafifçe kaldırmış, cevap bekliyordu.
“……Tamam, Majesteleri.”
Sonunda cevap verdi. Maximilian’ın ağzının köşesi bir kedininki gibi hafifçe kalktı ve eliyle çok hafif bir işaret yaptı. Sanki şöyle der gibiydi: ‘Geri çekil.’
.
.
.
Onun geçmiş kimliğini biliyor 🥹