Ancak, arzu kabarması hiçbir zaman serbest kalamadı çünkü Cang Ji bakır çanın aceleyle sallandığını ve ona gitmesini söylediğini duydu. Sanki çan onun ilahi bilincini emiyormuş gibiydi. Geriye dönüş sahnesi paramparça oldu ve Cang Ji göz açıp kapayıncaya kadar kendi ruhani denizine gömüldü. Brokar sazan, çıplak gözle görülebilecek bir hızla iki katına kadar şişmiş ve orijinal rengi olan altın kırmızısının üzerine koyu bir renk çökmüştü. Pullarının yüzeyi hafifçe çıkıntılı ve sivriydi. Artık bir bakışta brokar bir sazan gibi görünmüyordu.
Cang Ji insan formuna dönüştü. Boynu Jing Lin’in yanağına yapışırken kolu Jing Lin’in belinin yanından dışarı uzandı. Omuzları daha da genişlemiş gibiydi. Bacakları tamamen ortaya çıktığında, Jing Lin’i kollarının arasında saklayabiliyordu bile. İblis karanlıkta yeni bir insan bedeni inşa etmişti. Tıpkı o zamanlar dilediği gibiydi. Boyu uzamış, Jing Lin’in çok ötesine geçmişti.
Cang Ji gözlerini açtı. Birkaç kilometre ötedeki böceklerin cıvıltısını duyabiliyordu. Bir zamanlar görünmez olan o küçük şeyler şimdi büyütülmüş, net ve görünür hale gelmişti. Ruhani enerjisi uzuvlarında ve bedeninde birleşirken Cang Ji’nin bedenindeki ısı akımı değişime uğradı; artık onları dilediği gibi kullanabiliyordu.
Biraz hareket etti ve sarmaşıklar ve çamurdan oluşan bir kozaya sarıldığını fark etti. Dağ Tanrısı’nın uğultusu devam ediyordu. Cang Ji göğsünün etrafını yokladı. Jing Lin’in her yeri buz gibiydi; hâlâ uyuyordu.
Cang Ji, “Teşekkürler.” dedi.
Çamur topu hafifçe açıldı ve güneş ışığı içeri girdi. Cang Ji gözlerini kısarak ayağa kalktı ve sarmaşıkların köklerini kopardı. Toz dalgalarının arasından dışarı baktı. Bir canavar Dağ Tanrısı ile yüz yüze geleceğini düşünmüştü. Sarmaşıklardan oluşan bir bedenin üzerinde bir insan yüzü görmeyi beklemiyordu.
Cang Ji çamurdan kurtuldu. Etrafındaki otlar dizlerine kadar uzanıyordu. Dağlardaki binlerce dalda çiçekler açmış, dağları morumsu pembe bir denizle yıkamıştı. Kuşlar ve hayvanlar rahat ve özgür bir şekilde aralarında koşturuyordu.
Fanshu sarmaşıkların tepesinde otururken, küçük vahşi hayaletler memnuniyet içinde yerde oynaşıyordu. Dağ Tanrısı’nın alçak sesle mırıldanması ve fısıltıları tuhaf bir melodi oluşturuyordu. İri gövdesini sürüklerken çocukların etrafında koşmasına izin verdi ve sarmaşıklarıyla çelenk örmek için otların arasına oturdu.
Fanshu kuyruğunu salladı ve sarmaşıkların üzerinden atladı. Cang Ji’nin etrafında dönerek konuştu, “Neden hâlâ hayattasın? Günlerdir uyuyordun.”
Cang Ji, “Ne kadar zamandır?” diye sordu.
Fanshu otların üzerine oturdu ve kulaklarını kıpırdattı. “Tahıl Yağmuru geçti. Şimdi yazın başlangıcı.”(ik ay kadar sanırım)
Cang Ji yeni giysileri aldı ve üzerini örtmek için onları üzerine örttü. Zaman konusunda endişelenmek yerine, “O iki ölümsüz nerede?” diye sordu.
“Gittiler.” dedi Fanshu, “Güzel olan, Annemin bundan sonra burada yaşayacağını söyledi. Sadece sebepsiz yere adam öldüremeyeceğini ve hangi bölüm olursa olsun ona rapor verip kurallarına uyması gerektiğini söyledi.”
Lord Dong’dan kurtulmak bu kadar kolay mı?
Cang Ji tekrar sordu, “Peki Gu Shen nereye gitti?”
Fanshu yerde yuvarlandı ve tüylerini otlara sürttü. Pençelerini kaldırdı ve “Gitti.” dedi. Başını öne eğdi, “Annesini bulduğunu söyledi. Ama ağlayarak gitti… Nereye gidiyorsun?”
Cang Ji, Jing Lin’i sırtına aldı ve dallara basa basa dağlara doğru sıçrayarak koşmaya başladı.
Jing Lin’in geçmişini neden rüyasında gördüğünü merak ediyordu. Yani o çan sadece onları oyalamaya çalışıyordu. Uyandığında, o adam yine kaçmıştı!
Cang Ji buna dayanamadı ama havada süzülürken vücudunun daha hafif göründüğünü fark etti. Sadece bu da değil, duyuları da daha keskin hale gelmişti. Uçsuz bucaksız çiçek denizinde süzülürken, içine dalıp yüzmek için bile bir dürtüsü vardı.
Cang Ji aniden yere indi. Çarpmanın etkisiyle sayısız çiçek parçası düşüp havada sürüklenirken, rüzgâr etrafında bir girdap oluşturdu.
Cang Ji ormanın içinde alçalan dağ patikasında, tabanlarını yastıklayan çiçek katmanlarıyla birlikte yürüdü. Daha iki adım bile atmamıştı ki boynuna dolanan kolun sıkıldığını hissetti. Sırtındaki adamın uyandığını bu şekilde anladı.
“Gu Shen’in kokusundan hâlâ burada olduğunu anlayabiliyorum.” dedi Cang Ji, “Bakır çanı hâlâ hissedebiliyor musun?”
Jing Lin’in burnu seğirdi. Çiçek yaprakları yüzüne çarptı ve hapşırmaktan kendini alamadı. Başını Cang Ji’nin sırtına gömdü ve boğuk bir sesle “Yapamıyorum.” dedi.
Jing Lin başını gömmesine rağmen yine de yaprakların her yerde olduğunu hissetti. Tekrar tekrar hapşırdı. Sonra, bir giysiyle örtülmüş gibi başına bir ağırlık çöktü.
Jing Lin’in gözleri yarı açıktı. Sallanan çiçek dallarının arasından süzülen güneş ışığı zerreleri giysisinin üzerine düşerek yanaklarında ısı kalıntıları bıraktı. Başını Cang Ji’nin sırtına yasladı, “Daha da büyümüşsün!”
“Karnımı doyurdum. Doğal olarak büyüyeceğim.” Cang Ji genç Jing Lin’in boyunu hatırladı, “Ben senden çok daha uzunum!”
Jing Lin şöyle dedi, “Xiulian uygulamanda biraz ilerleme kaydetmiş olmana rağmen, onu çok gelişigüzel kullanıyorsun.”
“Bir shifu bulabilirsem her şey yoluna girecek.” Cang Ji onun sırtını sıvazladı, “Lord Dong ile bile karşılaştım, sıradan bir insanın benim shifu’m olmasına imkan yok.”
Jing Lin, “Ne zamandan beri sıradan biriyle karşılaştın ki?” diye sordu.
“Bu doğru.” Cang Ji ekledi, “Bakır çan yine kaçtı. Onu aramak için nereye gitmeliyiz?”
“Bilmiyorum.” Jing Lin iç çekti, “Gidelim… ve Gu Shen’e bir bakalım.”
Gu Shen dağdan inmiş olmasına rağmen henüz ayrılmamıştı. Dağın eteklerinde basit bir avlu inşa etti ve oraya taşındı. Her gece avludaki çitlerden Dağ Tanrısı’nın gece devriyelerini nasıl gerçekleştirdiğini izleyebiliyordu.
Bambu çitleri ve sazdan kulübeyi görünce Cang Ji deja vu hissine kapıldı. Jing Lin kapıyı çaldı ve Gu Shen açtı. Aslında ikisini de gördüğüne şaşırmış görünüyordu.
Jing Lin konuştu, “Vedalaşma vakti yaklaşıyor. Bir tas su rica etmek istiyoruz.”
Gu Shen onları avluya götürdü ve yeni dikilmiş ağacın altındaki masanın etrafına oturttu. Gu Shen sade çay doldurdu.
“Nereye gidiyorsunuz?” dedi Gu Shen, “O gün o tanrının öfkeden deliye döndüğünü gördüm. Muhtemelen sizden korkuyordur.”
“Şu an için aklımızda hiçbir yer yok.” Jing Lin çayını yudumladı, “Sayın Yargıç burada kalıcı olarak ikamet etmek niyetinde misin?” diye sordu.
“Aslında evimi aramak için gelmiştim ama artık devam edemem.”
“Anneni bulduğundan bahsettiğini duydum.” Jing Lin yavaşça dağları işaret etti, “Bu o mu?”
“Evet ve hayır.” Gu Shen nasırlı avuçlarını yanaklarına sürterek cevapladı, “Başlangıçta onun kim olduğunu bilmiyordum. Ama Fanshu o gece bana bir soru sorduğunda anladım.”
“Bir soru mu?”
“Bana ‘Chuanzi kim; annem neden sürekli bu ismi zikrediyor’ diye sordu. Annem binlerce li öteden buraya kadar geldi. Muhtemelen içeride esir tutulduğumu düşündü ve içeri girip beni kurtarmak için her yolu denedi. Ama o şehre bir kez giren bir daha asla çıkamaz. Kör olana kadar ağladı. Üstelik evde tek başına olan babam için de endişeleniyordu. Uzun bir süre sonra, o…” zorlukla sözlerine devam etti:
“… artık pek bir şey hatırlayamıyorum. Bu şehirde hayatını kaybeden çok fazla insan vardı. Bitkiler ve ağaçlar ağlarken onların acıları dağlara gömüldü. Bu şekilde şimdi Dağ Tanrısı olarak bildiğimiz şeyde toplandılar. Dağ Tanrısı şehri yok etti ve insanları gömdü. İlahi bir zekâya sahip olmamasına rağmen, içinde binlerce ana yüreği vardır. Geceleri dağlarda dolaşır, kayıp çocuklarını arar. Buraya yolumu bulmuş olsam da görünüşüm değişti. Onun aradığı şey çocuğu Chuanzi, şimdiki Gu Shen değil.”
“Yani burada nöbet tutmaya mı karar verdin?” dedi Cang Ji, “Onun Dağ Tanrısı ile kaynaştığını biliyorsun; binlerce yıllık bir ömrü var. Sonsuza kadar burada kalıp nöbet tutacak ve gece gündüz ‘Chuanzi’ adında bir çocuğu arayacak. Sadece birkaç on yıl sonra, yaratıcınla buluşma zamanın gelecek. Li Jin’i geçtikten sonra reenkarne olacak ve bu hayatla ilgili her şeyi unutacaksın. Ama o hâlâ burada olacak. İkiniz de birbirinizden ayrıldığınız anda, birbirinizi bir daha asla görememeye mahkûm edildiniz. Burada kalsan bile bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek.”
Gu Shen bir elini ağaca koyarak ona baktı, “Beni tanımasa bile, sadece birkaç on yıl olsa bile, yine de onunla birlikte kalmak istiyorum!”
Cang Ji çayını bitirdi, “Beklediğim gibi, insanları anlamıyorum.”
Gu Shen cevapladı, “Eğer insan olmak istiyorsan, insan olmanın zorluklarını anlamalısın. Çünkü hayatta sekiz zorluk vardır: doğum, yaşlılık, hastalık, ölüm, sevdiklerinden ayrılma, nefret edilenlerle karşılaşma, tatmin olmama ve bırakamama. Dong Lin’e bir bakın. Tüm hayatı ölümle geçmiş ve ayrılıklarla boğuşmuş ama yine de aşık olmuş. Bu sekiz zorluğun birbirinden ayırt edilebilir olduğu görülebilir, ancak yine de değiller. Bana sorarsan, sana insan olmamanı ve sonsuza dek iblis olarak kalmanı tavsiye ederim.”
“Ben hiçbir zaman insan olmak istemedim. İnsan olmanın hiçbir zevki olmadığına göre, sonsuza kadar balık olarak kalmak daha iyi. Sizlerin bu derin duyguların farkında olmadan kendinizi buna bıraktığınızı gördüğümde dehşete kapılıyorum.” Sandalyesini geriye yaslayan Cang Ji gözlerini Jing Lin’in üzerinde gezdirdi ve şöyle dedi: “İnsanlar bencil ve açgözlü yaratıklar, aşk için bu kadar derine iniyorlar. Canavarlardan daha beterler ama yine de adalet için ölebilirler. Hepsi insan olmasına rağmen, her biri farklı.”
“İnsanların kalpleri farklıdır, bu yüzden her biri farklıdır.” Sonunda Gu Shen onlara çay doldurdu ve şöyle dedi: “Bugün şarabı çayla değiştireceğim. İkinize de iyi yolculuklar diliyorum. Dilekleriniz yerine gelsin.”
Çaylar içildikten sonra üçünün ayrılma vakti geldi.
Jing Lin ve Cang Ji kapıdan dışarı adım atarken, Gu Shen kapının önünde durdu. Konuşmadan önce onlar biraz uzaklaşana kadar bekledi, “İnsan dünyasında ayrılıkların çok olduğunu biliyorum ama yine de Cennet’e bir sorum var. Annem ve ben, babam ve ben, ailelerini ve çocuklarını kaybeden binlerce insan ve ben… bu hayatta tam olarak hangi günahı işledik ki ayrılık acısını çekmek zorundayız?”
Adamın şakaklarında beyaz saçlar belirmeye başlamıştı bile. Sorusunu şaşkınlık içinde sordu. Gözyaşları akmaya başlamıştı.
“Hepimiz sıradan insanlarız. Ne gaddarlık yaptık ne de insan hayatını küçümsedik. Neden bize böyle bir ıstırap çektiriyorsunuz? Herkes farklı olsa da, hepsi etten doğmuştur. Neden bize böyle kalpsiz bir şey yapmak için bu kadar ileri gidiyorlar?” Gu Shen bir eliyle kapının pervazından destek aldı ve kapıyı sıkıca kavradı, “Hayatım boyunca aradım ama sonunda elimde kalan tek şey ‘ayrılık’ kelimesi oldu. Eğer yeraltı dünyasına gidersem, umarım bir sonraki hayatımda insan olmam. Bir ağaç olmak bile et ve kanın ayrılığından ve en yakın akrabaların ayrılmasından daha iyi olurdu.”
Jing Lin arkasına baktı ve Gu Shen’in bedeninin yavaş yavaş eğildiğini gördü. Tek kelime etmeden uzun bir süre öylece durdu. Cang Ji ona bakmak için başını eğdi ve sonunda onun şöyle dediğini duydular.
“… İşte hayat böyle bir şey.”
Dağların arasında rüzgârda uçuşan çiçekler Jing Lin’in cübbesini doldurdu. Saçları bir anlığına dalgalandı ve yan profili afallamış görünüyordu. O anda, Cang Ji onu yeniden bir genç olarak görür gibi oldu – kılıcıyla yalnız, suskun ve yine de hala bir sıcaklık izi vardı. Fakat tekrar baktığında, Jing Lin’in çoktan yoluna devam ettiğini fark etti.
“Nereye gidiyoruz?” Cang Ji ona yetişti ve Jing Lin’in kulağının ucundaki yaprakları üflemek için başını çevirdi.
Jing Lin ona yan gözle baktı ve kulaklarını kapattı. Cang Ji bunu çoktan fark etmişti. Güldü ve sordu: “Sadece bir darbeden sonra kızaracak mı? Neden daha önce kızarmıyordu?”
Jing Lin, “Kızarmıyor.” dedi.
“Parmaklarını indir de bakayım.” Cang Ji ellerini başının arkasına koydu, “Bu gerçekten çok garip. Neden tekrar küçüldün?”
Jing Lin şimdi Cang Ji’den bir baş kadar kısaydı. Cang Ji’nin yanında yürürken çelimsiz görünüyordu. Yüz hatlarının daha gelişmiş olması ve yüz hatlarındaki çocuksuluğun eşitlenmesi dışında gençliğinden bu yana neredeyse hiç değişmemişti.
Cang Ji, Jing Lin’in omzunu tuttu ve “Nedenini bilmiyorum” dedi. Gözlerini indirerek Jing Lin’in saçlarına baktı, “Ama aslında bu yüksekliğin en uygunu olduğunu düşünüyorum. Eskiden sana baktığımda bir terslik olduğunu düşünürdüm. Ama şimdi, sana böyle bakınca, bence tam doğru. Sanki olması gereken buymuş gibi.”
Cang Ji ona tutunurken Jing Lin’in vücudu hafifçe eğrilmişti. Yanlış bir adım attı ve Cang Ji’nin üzerine bastı. Küçük taş figür kolundan düştü ve Cang Ji’nin bileğine tekme attı, ardından kollarını sallayarak normal yürümesini işaret etti. Cang Ji ayağını büktü, hafif bir tekme atıp onu yuvarlamaya hazırdı. Jing Lin’in kıyafetinin önünü tutup çekerek açmasını beklemiyordu. Küçük taş figür bacağından yukarı tırmandı ve yumruklarını Cang Ji’nin göğsüne sertçe vurdu.
Cang Ji bunu acı verici bulmadı, sadece gıdıklandı. Taş figürü almak için elini kaldırdı ve Jing Lin’e şöyle dedi: “Bu delikanlı hiç güvenilir değil. Ne zaman bir tehlike olsa geri çekilip saklanıyor. Sadece bana nasıl zorbalık yapacağını biliyor. Onu tutmanın ne anlamı var? Onu atıyorum.”
Taş figür uzuvlarıyla hızla Cang Ji’nin koluna yapıştı. Cang Ji onu fırlatmak niyetiyle elini savurduğunda, aniden onun ve Jing Lin’in aynı anda söylediklerini duydu: “Hayır!”
Cang Ji taş figürün boynunun arkasını kavradı ve gözlerinin önünde savurdu, “Böylece konuşabilirsin demek!”
Taş figür ağzını kapattı ve bacaklarını pedal çevirerek başını salladı.
Cang Ji soğuk bir kahkaha attı, “Beni çok uzun süre kandırdın.”
Taş figür bunu inkâr edemeden, Cang Ji onu ters çevirdi. Kollarını havaya kaldırdı, sallandığı için sersemlemişti. Cang Ji tam konuşacaktı ki arkasından bir “güm” sesi geldi. Jing Lin sanki onun da başı dönüyormuş gibi sırtına çarpmıştı.
Çarpışma Cang Ji’nin zihnini sarsmıştı. “Sesin.” diye ağzından kaçırdı. Şüpheyle sordu,”Neden Jing Lin’in sesine benziyor?”
.
.
.
Ya hala fark etmedi demek onun dublörü olduğunu 🥹
.