Dong Lin kendini gizlemeye niyetlenmişti. Bir yolculuğa çıkmayı beklemiyordu. Huadi’nin şifonyerinde, üzerinde itfa bedelinin* dikkatlice tasvir edildiği hesap defterini bulmuştu.(Kölelerin özgürlüklerini kurtarmak için ödeme yapmaları gereken bedel. Aksi takdirde, “özgürlüklerini kazanana kadar çalışmaya” devam etmek zorundalar.)
Son bir yolculuk yapmaya karar verdi.
Jiaolong’un Doğu Denizi kıyısında görünmesinin dağlardaki bir hazinenin işareti olduğu söyleniyordu. Dünyada Dong Lin’in çalmaya cesaret edemeyeceği hiçbir hazine yoktu ama bu son turu çalmak istemiyordu. Bu yüzden çantasını topladı ve aceleyle Doğu Denizi’ne doğru yola çıktı. Ayrılmadan önce Chen Ren’i bir kez daha dizginledi.
“Parayı almadan gitmeyeceğim.” Dong Lin sesini alçak tuttu ve şöyle dedi, “Hâlâ seni izliyorum. Dikkatli olsan iyi olur.”
Chen Ren panik içinde başını salladı.
Dong Lin onu tekrar tekmeledi,
“Kadına da dikkatli olmasını söyle.” Dong Lin ekledi, “Eğer herhangi bir hareketi beni rahatsız ederse, derisini canlı canlı yüzerim.”
Chen Ren bugüne kadar bu adamın kim olduğunu hâlâ bilmiyordu. Ama bu adam Zhou ile yaptığı yastık sohbetinin içeriğini biliyordu. Birine küfrettiği ya da vurduğu sürece, adam onu sokağın köşesine sürükleyecek ve dövecekti.
Chen Ren birkaç kez dayak yedikten sonra aceleci davranmaya cesaret edemedi. Artık eve her döndüğünde yumuşak bir sesle konuşuyordu.
Dong Lin duvarın üzerinden tırmandı ve gözden kayboldu. Chen Ren yerden sürünerek kalktı ve nefesinin altından küfrederken belini ovuşturdu. Tökezleyerek eve girdi. Zhou onun yaralarını görünce, “Yine mi buraya geldi?” diye haykırdı.
“Kapa çeneni!” Chen Ren onu itip kaktı, “Bana biraz ilaç getir. Bu orospu çocuğu… Kim olduğunu öğrenmeme izin vermese iyi olur.”
Zhou ilacı almaya giderken etrafına bakındı. Fısıldadı, “Ne yapmalıyız? Bizi bu şekilde gözetlemesine izin veremeyiz! Bir şeyler düşün!”
“Rüzgâr gibi gelip gidiyor…” Chen Ren yaralarına baskı uyguladı. Devam etmeye cesaret edemeyerek etrafına şüpheyle baktı, “Para, para, para. Neden bana para vermiyorsunuz?! Ona parayı verip yoluna gönderdiğimiz anda bu mesele çözülmüş olacak.”
“Babanın emekli maaşını boşalttın. Daha fazla parayı nereden bulacağız?! Kumar oynamasaydın bunlar olmazdı! Şimdi ailedeki herkesi kendinle birlikte dibe sürükledin. Seninle evlendiğimden beri acı çekiyorum, hala hayatımla ödemek zorunda mıyım?!” Zhou ilaç şişesini ona fırlattı, “Benim param yok! Para mı istiyorsun? Caoyu’yu satmazsak olmaz!”
Chen Ren onu tekmelediğinde konuşmasını henüz bitirmemişti. Kükredi, “Ne diye bağırıyorsun? Onun öğrenmesini mi istiyorsun?!”
Zhou masaya vurdu ve hıçkırmak için yüzünü kapattı. Konunun kapanmasına izin vermek istemeyerek ayaklarını yere vurdu ve bağırdı: “O zaman ne yapabiliriz? Bunu şimdi konuşamaz mıyız?! O bizim evimizden bir çocuk. Ondan nasıl kurtulacağımız bizim aile meselemiz değil mi? Dışarıdan biri nasıl karışabilir?! Onu satmıyorsan beni mi satacaksın? Chen Ren, benim hakkımda fikir yürütmeye cüret edersen seninle ölene kadar savaşırım! Bu şekilde nasıl yaşayacağız?!”
Chen Ren öfkeliydi. Bu kurnazın ayaklarını yere vurarak çıkardığı gürültü onu sinirlendirmişti. Onu tokatlamak isteyerek ayağa fırladı.
Zhou haykırdı, “Bana vurmak mı istiyorsun? Bana vurmaya cüret mi ediyorsun?!”
Chen Ren elini bırakır gibi yaptı, sonra giysilerini topladı, “Git, babamı geri çağır!” dedi. Birkaç adım attı ve dikkatle dinledi. Hiçbir hareket görmeyince geri döndü ve Zhou’ya öyle sert bir tokat attı ki Zhou kendini masayla desteklemek zorunda kaldı.
Hiçbir şey olmadı.
Chen Ren, “Bir daha bağırırsan seni öldüresiye döverim!” diye fısıldarken gözbebekleri dört bir yana fırladı.
Çatı sessizdi. Her zamanki gibi aşağıya taş atılmıyordu. Chen Ren bacaklarını çırptı ve “O orospu çocuğu beni korkuttu!” diye küfretti.
Zhou yüzünü kapattı ve “O… O burada değil.” dedi.
Chen Ren kapıyı hızla çekip açtı ve Zhou’yu ilerlemeye teşvik etti. “Çabuk! Çabuk ol! Bu nadir bir fırsat! Babamı geri çağır. O adam daha sonra dönse bile çok geç olacak!”
Birkaç gün sonra, Caoyu odunluktaki çatlaktan bakmak için yukarı tırmandı. Chen’lerden dördü iç odada toplanmış, derin bir tartışmaya dalmışlardı. Bütün gece odunlukta kapalı kaldığı için şimdi üşümüş ve acıkmıştı. Bunun iyiye işaret olmadığını hissedebiliyordu. Bir süre sonra Yaşlı Chen kapı perdesini kaldırdı ve odunluğun kapısına bir tencere çorba koymak için dışarı çıktı. Caoyu diz çöktü ve yüz ifadesine bakmak için deliğe doğru ilerledi.
“Ye.” Yaşlı Chen birkaç avuç karı ovaladı, “Bir sonraki öğünde sana pay kalmayacak.”.
Caoyu çatlağa yakın durdu ve ona baktı. İhtiyar Chen tahta tahtaya vurdu ve ona doğru çömeldi.
“Yabancılara bir şey söyledin mi?”
Caoyu başını yana salladı.
İhtiyar Chen kendini gülümsemeye zorladı, “Dayak yemek için kaşınıyor musun? Eğer hiçbir şey söylemediysen, Qian Weishi neden şüphelensin ki? Senin için o merhemleri süren o değil miydi? Benim güzel torunum. Bizim sırtımızdan geçiniyorsun. Annen seni doğurduğunda, köpekleri beslemek için seni öldürmediğimiz için bize minnettar olmalısın.” Caoyu’nun koluna dokundu, üzerindeki eti tarttı ve “Nankör aptal!” dedi.
Caoyu elini çekmek için çabaladı. Yaşlı adam onu daha sıkı kavradı ve ince kolunu aralıktan içeri çekti. “Annen de nankörün tekiydi!” diye küfretti. “Onu bir hiç uğruna büyüttüm ve besledim! Borcumu ödemesi gerekirken gidip o utanmaz işi yapmak zorunda kaldı! Şimdi de sen ona özeniyorsun. Bu ne cüret?! Qian Weishi kim olduğunu sanıyor? Yetkililere bildirmeye cesaret ederse, onu para almak ve onurunu zedelemekle suçlayacağım. Şimdi korktu mu? Bu yüzden mi şüpheli bir geçmişi olan birinden yardım isteyerek beni korkutabileceğini düşündü? Sana söylüyorum, hiç şansı yok!”
Caoyu dehşet içinde haykırdı. Bu boşluğun ötesine baktığında dünya ona iblislerle dolu gibi görünüyordu. Yaşlı adamın kaba derisi ağzında asılı kalmış, tükürüğü etrafa saçılmış ve çürüme kokuyordu.
“… Dong Amca…” Caoyu ağlarken hıçkırıklara boğuldu, “… Dong Amca…”
Yaşlı Chen’in kulakları ağır işitiyordu ve onu iyi duyamıyordu. Elini bıraktı ve binaya girerken perdeyi kenara itti. Caoyu nefesini tutamadan Chen Ren’in çıktığını gördü. Bu sırada hava kararmaya başlamıştı. Chen Ren gizlice odunluğa doğru ilerledi, kapıyı açtı ve içeri girdi.
Caoyu tiz bir çığlık attı ve tırmanarak uzaklaştı. Chen Ren küçük kızı ayağından yakaladı, geri çekti ve onu altına sıkıştırdı. Pantolonunu çıkardı ve kızı tokatladı.
“Kime sesleniyorsun? Kime?! Hepsi senin suçun! Bana çok acı çektirdin! Sana borcumu ödemezsem nasıl yaşayabilirim?”
Caoyu’nun dudakları darbeden kanadı. Şiddetle mücadele etti ve Chen Ren’in kolunu ısırdı. Chen Ren ona tekrar tokat attı. Darbe o kadar güçlüydü ki neredeyse bayılacaktı. Çığlık attı, “Dong Amca! Dong Amca…”
“Neler oluyor?” Yaşlı dul kadın parmak uçlarına basarak avlu duvarına baktı. Gözleri Chen Ren’le buluştu ve mırıldanırken sesi kısıldı, “Böyle bir gürültü…”
Caoyu başını kaldırdı ve “Büyükanne… Bana yardım et…” diye hıçkırdı.
Chen Ren Caoyu’nun ağzını kapattı ve sakince yaşlı dula baktı. “Eğer izlemeye devam edersen, o küçük piçini boğacağım! Geçen sefer bizden ödünç aldığın pirinci hâlâ geri vermedin, değil mi? Sen kendi işine bak.”
Yaşlı dul kadın, değneğine vurup evine dönerken titreyip duruyordu. Mırıldandı, “Beni ilgilendirmez… Net göremiyorum… Hong-er! Duvara yaslanma… Bu çok iğrenç.”
Ah Hong taşın üzerinde durup izledi. Chen Ren ona birkaç garip kıkırdama verdi. Ah Hong, Caoyu’nun ona baktığını görünce ağzındaki kavun çekirdeklerini tükürdü ve Caoyu’ya “Hah!” dedi.
Chen Ren devam etti, “Birkaç gün içinde satılacaksın ve sonra gideceksin! Bir sonraki baban gelmeden önce, bırak da önce ben keyfime bakayım. Böylece seni bunca yıl boşuna büyütmemiş olurum.”
Caoyu yüksek sesle haykırdı, “Dong Amca…”
Chen Ren onun yanaklarını sıktı ve tam eğilmek üzereydi ki arkasından bir feryat duydu.
“Ne yapıyorsun sen?!” Qian Weishi duvarın üzerinden atladı. Fuzi bir parça odun aldı ve Chen Ren’e doğru salladı, “Ne yapıyorsun sen?! Canavar mısın sen?! Ondan uzak dur! Seni derhal yetkililere ihbar edeceğim!”
Qian Weishi’yi gören Ah Hong geri çekildi. Cebinde kalan tek kırık şeker parçasını emdi, daha sonra Fuzi’den daha fazla şeker talep edeceğini düşünüyordu.
Chen Ren, arzusu azaldıkça hayal kırıklığı içinde dilini tıkırdattı. Pantolonunu yukarı çekti, odunluktan çıktı ve Qian Weishi’ye gülümserken pantolonunu bağladı, “Ne yapıyorum ben? Görmüyor musun? Burada ne yapıyorsun? Avluma izinsiz girdiğin için seni ihbar etmesi gereken kişi benim!”
Qian Weishi zorlukla nefes alabiliyordu. Dişlerini sıktı ve Chen Ren’i dövmek için üzerine yürüdü, “Ne tür bir adamsın sen? Sen insan değilsin!”
Chen Ren onu kolayca yere itti. Qian Weishi’nin sopasını kaptı ve onu kullanarak vurdu: “Ben senin babanım*. Hâlâ işlerime karışmak mı istiyorsun?” (Babanım demek senden güçlü ve yetenekliyim anlamına gelir)
Chen Ren hiç geri adım atmadı. Qian Weishi’ye o kadar sert vurdu ki, Qian Weishi ancak yere kıvrılabildi ve ayağa kalkamadı. Chen Ren, Qian Weishi’ye bir tekme attı ve onu bir kez çembere aldı. Sonra sopayı tarttı ve Qian Weishi’nin belinin yan tarafına vurdu.
“Peki sen ne tür bir iyi yumurtasın? Seni de yetkililere şikayet etmek istiyorum! Yeğenimi kirli işler yapmaya ikna etmek için şeker kullandığın için seni mahkemeye vereceğim! Ne kadar ikiyüzlüsün! İtibarın mahvolana kadar seni suçlayacağım! O yüzden git. Git hadi!”
Chen Ren, Qian Weishi’yi birkaç adım sürükleyerek avlu girişinin yanına götürdü. Kavanozun kapağını kaldırarak Qian Weishi’yi suyun içine itti. Sonra Qian Weishi’nin sırtına vurdu ve devam etti, “Git beni rapor et!”
Qian Weishi suda boğuldu ve başını salladı. Chen Ren onu kaldırdı ve “Yazıklar olsun sana!” dedi.
Bunu söyledikten sonra Qian Weishi’yi tekrar suya batırdı. Qian Weishi suyun altına batırılırken boğuluyordu. Nefes alamıyordu.
Git ve öl.
Qian Weishi parmaklarını kavanozun kenarına sokarken lanetini tekrarladı.
Git ve öl!
Binlerce mil ötedeki ceset enerjisi kıpırdandı ve Luocha kuşunun* gözleri ortaya çıktı. ( Ceset ve etle beslenen yaratık)
Qian Weishi yere fırlatılırken öksürerek su çıkardı. Gözleri bomboştu. Gökyüzü artık tamamen kararmıştı ve kar fırtınası yüzüne kar yağdırmaya başlamıştı. Qian Weishi tekrarladı, “Git öl…”
Chen Ren onun üzerinde birkaç kez daha tepindi. Karısı Zhou ona bakmak için merdivenlerden indi. Endişeyle sordu: “Adam yarı ölü. Yarın yetkililere haber verirse ne yapacağız?”
“Bu ne cüret!” İhtiyar Chen iç odada oturmuş piposunu arıyordu. Yüzünü pencereye döndü, “Eğer ihbarda bulunmaya cüret ederse, Caoyu’nun masumiyetini lekelediğini söyleriz. Çocukların etrafında olmayı sevmiyor mu? Bir sürü insan izliyor. Bakalım sözümüze sadık kalırsak adını nasıl temize çıkaracak.”
“Aynen öyle!” Yaşlı Kadın Chen yatağın üzerinde ellerini birbirine vurdu, “Yine de ondan gümüşle bize yaptıklarını ödemesini isteyebiliriz. Yetkililer izlerken reddetmeye cesaret edemez!”
“Fakir bir bilginin ne kadar parası olabilir ki?” Chen Ren küçümseyerek tükürdü ve Zhou’ya, “Çabuk Caoyu’yu evin içine götür!” dedi.
Zhou isteksizce hareket etti ve Caoyu’yu odunluktan dışarı sürükledi, taze karda ayak izleri bıraktı. Zhou perdeyi kaldırdı ve Caoyu’yu yatağın üzerine itti.
“Evde daha fazla insan varsa daha fazla kömür yakmak zorundayız. İşini dışarıda bitirip içeri gelemez misin? Günün sonunda acı çekmesi gereken kişi benim.” Caoyu’yu saçlarından çekti ve ona küfretti, “Sürtük! Bak dayın nasıl da büyülenmiş sana!”
Caoyu yatağa düşerken dikiş takımını Yaşlı Kadın Chen’in dizlerinin üzerine devirdi. Yaşlı kadın kızgınlıkla haykırdı ve Caoyu’nun sırtına vurmak için ayağa kalktı. “Çabuk topla şunları! İğnelerin hepsi yatağa batıyor!”
Caoyu küçük makası sakladı ve aceleyle iğneleri ve iplik rulolarını topladı. Sonra seti kollarında tutarak duvarın köşesine doğru büzüldü.
Dışarıda Chen Ren hâlâ Qian Weishi’yi aşağılamaya devam ediyordu. Kar şiddetini arttırdı ve Chen Ren ellerine sıcak hava üflerken titredi. Qian Weishi’yi kapıya doğru çekti,
“Şimdi defol. Yarın sabah, bana izin verme…”
Avlu kapısı bir gıcırtıyla açıldı. Chen Ren sanki bir hayalet görmüş gibi geriye düştü. Sendeleyerek merdivenleri tırmandı ve sözcükleri birbirine karıştırdı.
“Nasıl, nasıl…”
Yoğun kar yağışı altında avlu kapısı kapandı.
Dong Lin içeri girdi. Bakır çanın belli belirsiz çınlaması duyuldu. Adımları o kadar hafifti ki bıçağın yere sürtünürken çıkardığı ses bile ayak seslerinden daha yüksekti.
“Kahraman, kahraman…” Chen Ren’in ayağı kaydı ve yere düştü. Dong Lin’in yaklaşmasını engellemek için elini kaldırırken aceleyle geri çekildi, “Biz, biz bunu konuşabiliriz!”
Dong Lin hızla içeri girdi ve Chen Ren’in açıklama yapmasına fırsat vermeden onu kaldırıp kapıya doğru fırlattı. Chen Ren acı içinde haykırırken devrildi ve yuvarlandı. Kadınların çığlıklarıyla odanın içinde kaos vardı. İhtiyar Chen azarlayıcı bir sesle bağırırken boruyu kavradı, “Ne yapacaksın?!”
Ancak, Chen Ren’in çığlığını duyduğunda yaşlı adam henüz sözlerini bitirmemişti. Kan sıçradı. Chen Ren saklanmak için sürünürken karnını kapattı.
“Kurtarın beni! Kurtarın beni!”
Dong Lin bacaklarını arkadan kavradığında sesi kesildi. Chen Ren’in iki dizini de ezerken kemiklerin kırılma sesi duyuldu. Chen Ren’in ulumaları karlı geceye nüfuz eden tuhaf iniltilere dönüştü.
Zhou dehşet içinde haykırırken ağzını kapattı ve Yaşlı Kadın Chen’i arkasına saklanması için itti. Yaşlı Kadın Chen’in görüşü kötüydü ve yönleri ayırt edemiyordu. Odadaki çığlıklardan korkarak el yordamıyla etrafı yokladı.
Dong Lin ayağa kalktı. Chen Ren’i kenara itti ve eve girdi.
“Eğer para istiyorsan, bunu konuşabiliriz!” İhtiyar Chen bir anlık çaresizlikle bez çantasında bir delik açtı. Bakır inciler yere saçıldı. Boncukları kapmak için panikle dizlerinin üzerine çöktü, sonra iki eliyle Dong Lin’e uzattı, “Hadi bunun hakkında konuşalım! Al bakalım. Hepsini sana veriyorum!”
Dong Lin şapkasını çıkardı ve terli ve nemli saçları aşağıya döküldü. Bıçağı tutan elini ters çevirdi ve elinin tersiyle boncuk boncuk terleri sildi.
“Senin paranı istemiyorum.” Dong Lin, İhtiyar Chen’in dehşetine aldırış etmedi, “Hayatlarınızı istiyorum.”
.
.
.
Demek her şey böyle olmuş 🤧